“Zengin Daha Zengin, Fakir Daha Fakir”*
“Kısa ve orta vadede bu fasit daireden çıkış bulunmuyor. İktidarın, talebi karşılama hamleleri kısa vadeli hamlelerdir. Sonuç üretmesi mümkün değildir. Kartla harcama limitlerini düşürmek, taksit sayısını kısmak, emekliye, işçi-emekçilere zam vermemek birkaç örnek”
26 Eylül 2024
*Ekonomist dergisi, Türkiye ekonomisine ilişkin yaptığı bir analizde başlıktaki bu ifadeyi kullanmış. Kapitalist-emperyalist merkez medyalarının amiral gemilerinin yaptığı bu tespit, doğru olsa da, bu doğruyu oradan edinmediğimiz de açık; zira yaşam gerçeğimiz olmasıyla birlikte TÜİK’in her yıl yayınladığı yaşam düzeyi araştırmalarında gelir dağılımı eşitsizliği (kırpık bir şekilde de olsa) ortaya konuluyor.
Economist Dergisi’nin bu yıl konuya dikkat çekmesinin sebebi dünya çapında tüm emtia fiyatlarında düşüş olmasına rağmen Türkiye’de aksi yönde bir tırmanış olması, aynı firmanın Türkiye’de ürettiği ürünler iç piyasada 50.00 TL’ye satılarken Avrupa piyasasında yarısından daha az fiyata satışa sunması tuhaflığı, enflasyon dünya genelinde “normal” seviyedeyken Türkiye’de TÜİK’e göre % 61.8, İTO’ya göre on puan üstü, ENAG’a göre ise yüzde 100 dolaylarında olması, Türkiye ve tüm dünya kapsamında Covid 19 Pandemisi yaşanırken, sanayi, tarım, hizmet sektörleri durma noktasına gelmişken aynı zamanda Türkiye’de zengin sayısının yüzde 10 artış göstermiş olmasıdır. İlgi çekici olan burasıdır. Peki, ne oluyor da Türkiye’de bunlar oluyor?
Türkiye ekonomisinde uygulanan politikaları klasik iktisat yazını ve öğretileri içinde anlamak oldukça güç sayılır. Haliyle Economist Dergisi de zorlanmıştır. (Türkiye toplumsal yapısını, sınıfların konumlanışlarını, AKP’nin sözcülüğünü yaptığı egemen sınıf kliklerinin devlet ile iktidar yapısı içindeki mücadelelerini, tarihsel temellerini, güncelde aldığı biçimleri gözardı edildiğinde bu daha da güçleşiyor) Öyle ki; dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati “Ortodoks politikalardan çıkıyor.
Heterodoks politikalara geçiyoruz” dediğinde bu heterodoks politikaların ne olduğunu, niye tercih edildiğini kimse anlamamış, açıklayamamış, yeni bir ekonomi politikası olduğunu sanmışlardı. Bu politikalardan Kur Korumalı Mevduat Sistemi ve “Nas” modeliyle faiz düşürme uygulamaları çıktı. (Kur Korumalı Mevduat Uygulaması açıklandığında Bakan Nebati’nin haberi dahi yoktu. Televizyondan öğrenmiş, şaşıp kalmıştı.)
Bugün ekonominin içinde bulunduğu ağır enflasyon, yüksek kur, yüksek faiz şartlarının sebeplerinden biri, kapitalizmin alışılagelmiş politikalarının uygulanmaması ya da burjuvazinin deyimiyle “irrasyonal politikalar”dır. Bugünkü Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek görevi devraldığında bunu net şekilde ifade etmiş, “rasyonal politikalara dönüyoruz” demişti, fakat bu politikalar da çare olmadı enflasyon, kur, faiz girdabından çıkılamadığı gibi daha da büyüdü, büyümeye de devam ediyor. Zira bu kriz, güncel politikalara değil, bizzat sosyo-ekonomik yapıya içkindir.
Yine de Türkiye’de neden bu kadar hayat pahalılığı olduğuna, neden üretim maliyetlerinde sürekli artış olduğuna ve bunun neden geriletilemediğine bakalım. Nihayetinde Erdoğan’ın 3-4 yıldır bu yaz, bu kış, bu bahar, bu sonbahar deyip verdiği tarihlerden hiçbiri tutmuyor, tersine emtia fiyatları yükselmeye, Türk lirasının alım gücü erimeye devam ediyor.
Kapitalizm, sürekli zengin ve fakir üretir
Kapitalizmin yapısal olarak gelir dağılımı eşitsizliği ürettiğini ve her defasında daha zengin daha fakir toplumsal sınıfları geliştirdiğini bilmeyen bir ekonomist olamaz. Eşitsiz gelişme kapitalist-emperyalizmin bir yasasıdır, eşitsizlik olmazsa kapitalizm de olmaz. Dolayısıyla üretim, tüketim, dağılım, paylaşım, mülkiyet ve yönetim parametrelerinde eşitsizlik, yapısal bir olgudur. Burjuva-proletarya çelişmesi, ezen-ezilen ilişkisi de buralardan yükselir.
Kapitalist bir ekonomide sorun bu eşitsizlik ilişkilerine rıza gösterilen eşiklerin aşılmasıdır. Marksist literatürde üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin gelişmesi; üretim örgütlenmesinden finans maliye alanına kadar, bir yerde aşırı servet birikimi bir yerde aşırı boyutlarda açlık ve yoksulluğun birikmesidir.
Bunun gelişmesini sağlayan yapısallıkların yanında iç-dış piyasa içinde yığınla faktör bulunmaktadır; sermaye birikim yapısı ve buna uygun geliştirilen sermaye üretim rejiminden piyasa mekanizması, bu mekanizma içinde her saniye çok büyük meblağların yutulması (küçük yatırımcının feci şekilde ezilmesi, spekülasyonlar vs.) Sermayenin finansal olarak şişmesi ve bunun sonucunda hisse senedi, tahvil, bono, türev piyasaların yanında sanal bahis, Bitcoin gibi spekülatif sanal para piyasalarını geliştirmesi, ücret, fiyat-faiz gibi para politika araçları ve siyasal iktidar ve hakimiyet-hegemonya mücadelelerine kadar geniş bir skala bulunuyor. Ancak hepsine etki etmesi bakımından makro politikalar belirleyici pozisyondadır. Makro politikaları da siyaset belirler.
Siyaset kurumunun makro düzeyde belirlediği maliye ve para politikaları mal ve hizmet üretim-dolaşım süreçlerinin tümünü etkiler. Çünkü bütün büyük küçük kapitalist yatırımcı, girişimciler bu politikalara göre şekillenir. Kur-faiz enflasyondan borsa alım-satım işlemlerine kadar bu böyledir.
Tüm piyasa aktörleri “Siyasal iktidar makro temelde Ortodoks politikaları terk ediyor, heterodoks politikalara geçiyorum, Nas gereği olarak da faizleri indiriyorum” dediğinde farklı, “hayır bunlar ekonomi bilimi dışıydı rasyonal politikalara dönüyoruz” denildiğinde farklı hareket eder. Elbette kâr dürtüsü yatırımcıları sürekli böyle rasyonal davranma noktasında tutmaz. (Finans kitaplarına girmiş, Newton’un yaşadığı bir olay buna örnek verilir. 1700’lü yılların başında Newton, sahip olduğu hisseleri 3.500 Sterlin kârla sattıktan sonra, erken sattığını düşünüp aynı hisseleri daha yüksek fiyattan geri almış ve bunun sonucunda da 20 bin Sterlin zarar etmiştir. Bugün böyle milyonlarca belki de milyarlarca hikâye var.) Esas olarak mesele buradadır.
Türkiye’de öyle bir siyasal yapılanma var ki hiçbir politikasının sorumluluğunu almıyor, bütün negatifleri belirsiz bir aktör olarak dış güçlere havale ediyor ya da muhalefet güçlerine yansıtmayı başarıyor. Bu durum, zayıf toplumsal yapının net yansımasıdır.
Hâlbuki siyasal-politik dengelere baktığımızda durumun esas olarak egemen sınıfların iktidar mücadelesine dayandığını, bu sınıf mücadelesi içinde ekonomik-siyasi parametrelerin buna göre şekillendiğini (uluslararası iş bölümü kapsamında) iktidarda olan kesimlerin Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar olamadıklarını, iktidar olduklarında da palazlanmalarının önündeki engelleri devlete hâkim oldukça kaldırmalarıyla servet transferlerinin hızlı bir şekilde yaşandığını (özelleştirmelerden kur korumalı mevduat sistemine kadar) bundan emperyalist mali sermayenin oldukça yararlandığını görmek kolaylaşıyor.
Kur korumalı mevduat sistemi örneklerden biridir, tüm Türkiye halkı bankalarda dolar cinsinden parası olup da bu koruma sistemine geçenlerin paralarını korumak ve kur farkından doğan muhtemel kazanç hadlerini (çünkü dolarlarını TL’ye çevirmişlerdir. O farkı nasıl kazansınlar) onlara ödemek. (Merkez Bankası üzerinden) Özcesi zarar etmelerini önleyip daha fazla zenginleşmelerini sağlamakla bir nevi mükellef kılınmıştı. (Borsa spekülasyonları, kuru bastırmak için satılan milyarlarca dolar vs.)
Economist Dergisi’nin 2021-2022 yılları için söylediği % 10 artan zengin sayısı ağır pandemi şartlarına rağmen başka nasıl sağlanmış olabilir. İktidar bloğu pandemi oluyor. Onun maliyetini karşılamak için halka İBAN verip ekstra para topluyor, yetmiyor. Kur korumalı mevduat sistemi çıkarıp yoksulların, zenginlerin parasını korumasını sağlıyor, yetmiyor. Yeni vergilerle halkı daha fazla vergi vermeye mükellef kılıyor, alım gücü düşüyor. Emekliye açlık sınırının neredeyse yarısı kadar maaş veriyor, enflasyon fırlıyor, halk kesimlerinin toplam toplumsal gelirden aldığı pay (GSMH) sürekli küçülüyor, yine yetmiyor.
Ancak inşaat patronlarının, maden patronlarının onların Holdinglerinin vergi borçlarını 15-20 defa siliyor, devlete vergi ödemelerini bir nevi engelliyorlar. (Sadece Cengiz Holding’in 300 milyon dolar vergi borcunun silindiği ya da ertelendiği ifade edilmektedir. Yine Mehmet Şimşek birçok büyük şirketin, emlak zenginlerinin neredeyse hiç vergi ödemediğini ifade etmişti.) Dolayısıyla sistemin yapısal olarak zengin-fakir, ezen-ezilen, burjuva-proletarya, üretim araçlarına-yönetim gücüne sahip olan olmayanları üretmesinin yanında tüm diğer siyasal-politik argümanlarında (hukuktan askeri güce) bunların yeniden üretimini sağlamaya dönük geliştirildiği bilinmektedir.
Sonuç olarak
Türkiye ekonomisindeki tüm göstergeler ekonomik-siyasal yönetimin oldukça kötü olduğunun net işaretlerini vermektedir ve bunun mevcut siyasal iktidarla değişme ihtimali bulunmamaktadır. Faşizmle, baskı ve zor yöntemleriyle duruma müdahale etmeye çalıştıkça yönetme sorunu daha da büyümektedir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik-eşitsizlik makası sürekli açılıyor. Kur-faiz uygulamaları iç faktörlere değil esas olarak dış faktörlere (sıcak para çekmeye) dönük bütçe açığı ve dış açık aynı paralelde sürekli büyüyor.
İç tasarruflar düşüyor. Devlet yani kamu harcamaları gelirlerinden katbekat fazla gerçekleşiyor. Enflasyonun hâkim olduğu bu kadar yüksek olduğu enflasyonist bir ekonomide bunlar zaten kaçınılmaz; hem sebep hem sonuçturlar. Sıcak paraya (borç çevirimi için) bu kadar bağımlı bir ekonomi kırılganlığını değiştiremez. İç-dış borçlarını çeviremez. Merkez Bankası’nın swap anlaşmaları Türkiye halkının geleceğini, ipotek altına almaktan farksız. Bunlar enflasyonu kesmemekte aksine artırmaktadır. Sermaye hareketleri olarak doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve kredi ve mevduatlar yeterli oranda gerçekleşmemektedir. (Portföy yatırımları 2024 Haziran sonu itibariyle yıllık % 24.8 artışla 119.7 milyar dolara çıkmıştır. (21 Ağustos 2024 Sözcü Gazetesi)
Portföy yatırımları hisse senedi, borç senetlerine dönük yatırımlardır. Dolayısıyla ekonomiyi geliştirici değil, sorunlarından yararlanmayı amaçlayan yatırımlardır.) Sözcü Gazetesi’nin 21 Ağustos 2024 tarihli sayısındaki haberine göre Türkiye’nin Haziran sonu itibariyle dış varlıkları 341.7 milyar dolar, yurtdışı yükümlülükleri ise 670.2 milyar dolar olarak hesaplanmış bulunuyor. Yıllık bazda yurtdışı varlıklar % 2.7, yükümlülükleri ise % 10.1 oranında artmış. 2023 sonunda eksi 275.9 milyar dolar olan net yatırım açığı, Haziran’da eksi 328.5 milyar dolar, böylece net yatırım açığı bu yıl 52.6 milyar dolar artış göstermiştir. Enflasyonist durum uzadıkça ithalat artar. Bu da açıkları doğal olarak büyütür.
Enflasyon en basit şekliyle genel fiyat düzeyinin sürekli artması ve ülke para biriminin değerindeki düşürür. Bu da toplam mal ve hizmet arzının toplam talebi karşılayamaması yani dengenin kurulamaması ve enflasyonun daha da gelişmesidir. Klasik burjuva iktisat öğretilerinde enflasyon bu şekilde ifade edilir, hızla büyüyen talep ve onu karşılayacak üretim olmayınca piyasalar her defasında daha yüksek fiyat düzeyinde dengelenmektedir.
Türkiye tarihinde sık sık gördüğümüz bu durumun günümüz koşullarında yaşanış şekilleri arasında sosyo-ekonomik yapıdan, siyasal-toplumsal ilişkilerden genel yönetim, kamu yönetim politikalarına ve uluslararası politikalara kadar birçok faktörden örnekler vermek mümkündür. Fakat toplam mal ve hizmet arzını düşüren nedir diye baktığımızda üretim kapasitesinin düştüğünü görürüz (bunda özelleştirmelerin etkisi de bulunmaktadır.) Bunun sonucunda sanayi ve tarımda ithalata yönelinmesi karşımıza çıkar. Yüksek dış açıklarının oluşması da buradan kaynaklanır. Çünkü iktidar bloku (AKP-MHP) ithalata dayalı bir büyüme politikası izlemekte, iğneden ipliğe, mercimekten somona, az-orta-yüksek teknolojik ürünlere kadar ithalat politikasını öncelemektedir. Haliyle üretim açıklarını (sanayi-tarım) ithalat yoluyla kapatmaya bakmakta piyasa dengesini böyle kurmaya çalışmaktadır. Bunun taşıma suyuyla değirmen döndürmeye çalışmaktan farkı yoktur.
Sanayi mallarında arz açıklarının oluşması sürecinde büyüme yaratmayan, üretime dönmeyen destekleme politikaları etkinken, tarımsal alanda finansallaştırma, şirketleştirme politikaları kapsamında destekleme biçimlerinin verimsizleştirilmesi, kırsal nüfusun düşürülmesi köylünün, çiftçinin özellikle küçük aile üretimin daraltılması, giderek tasfiyesine dönük politikalar etkindir. Totalde toplam toplumsal talebi karşılaması mümkün olmayan bir ekonomi böyle ortaya çıkmaktadır. Toplam toplumsal talebi karşılayamayan bir ekonomi, enflasyonist bir ekonomidir. Bu ekonomide her zaman zengin daha zengin, fakir daha fakir olur.
AKP iktidara geldiğinde istihdamın % 35’i tarımdaydı. Bugün ise % 16, Büyükşehir yasasıyla birlikte bugün Türkiye nüfusunun sadece % 7’si TÜİK verilerine göre belde ve köylerde yaşıyor ve bu nüfus daha da düşürülmeye çalışılıyor. Bu da tarımsal üretimde toplam toplumsal arzın toplam toplumsal talebi daha uzun süre karşı koyamayacağı ve enflasyonist halin bugün artık kronikleşmiş olduğunu göstermektedir.
Kısa ve orta vadede bu fasit daireden çıkış bulunmuyor. İktidarın, talebi karşılama hamleleri kısa vadeli hamlelerdir. Sonuç üretmesi mümkün değildir. Kartla harcama limitlerini düşürmek, taksit sayısını kısmak, emekliye, işçi-emekçilere zam vermemek birkaç örnek. Sorun talepten değil, üretim yapılanmasından, onun örgütleniş ve yönetiminden kaynaklanmaktadır. Burada değişme olmadıkça kronik enflasyonist ekonomiden çıkış görünmemektedir.
İktidarın bu yönlü programının olmaması da çıkışsızlığın başka bir göstergesidir. Türkiye’deki iktidar mücadelesi, sermayenin dönüşümünde izlenen ilkel birikim politikaları böyle bir ekonomik-siyasal-kültürel toplum yapısı oluşturmuştur. Meydanlar durumun böyle devam edemeyeceğini net olarak anlatıyor, Economist’in görmek istemediği nokta da burasıdır…