Konu ilerlemeci tarih anlayışıyla sınırlı olsa da, tarihten bahsetmek fazlasıyla çetrefilli bir iştir. Marks tarihi, bütün bilimleri kapsayan tek bilim olarak tanımlayarak bu devasa gerçeği bize en özet hali ile anlatmaktadır.
Üstelik biz ezilenler ideolojik olarak karşısında duruyor olsak da, egemen sistem bizleri de şekillendirmeye devam ediyor. Buna rağmen, dün olduğu gibi bugün de ezilenler, binlerce yıllık iktidar paradigmaları içinden çıkıp, bu güce karşı savaşımını sürdürüyor. Verili paradigmalar parçalanabildiği oranda, devrimler ve devrimsel kopuşlar mümkün oluyor.
Diğer bir ifadeyle, ilerlemeci tarih anlayışıyla mücadelenin Marksizm’le aynı yaşta olması tesadüfi değil. Buna, 20. yüzyıl boyunca bazı politik hareketlerin mücadelelerini ve doğa bilimleri ile sosyal bilimlerdeki bazı çalışmaları da ilave etmek gerekiyor.
Yine de binlerce yılın mirası olan bu bakış açısı yer yer sistem karşıtlarına dahi yön vermeye devam ediyor. Marksist camianın durumu da bundan muaf değil. Kullandığımız dilden tutalım da aldığımız temel ve akademik eğitimden, kültürel şekillenişe kadar egemenlerin bakış açısıyla zehirlenmiş durumdayız.
Ama bunların hiçbiri bizden öncekilerin ezilenler tarihinin izinden gitmesine mani olamadı. Kuşkusuz bizim açımızdan da durum benzer şekildedir.
“Aslanlar kendi tarihlerini yazmaya başlayana dek av öyküleri avcının kahramanlıklarını anlatmaya devam edecektir” denir. Bu Afrika anonim sözü tarihsel ilerlemecilikle imtihanımızda ölçütümüz olabilir. Ancak hangi tarihin izini sürdüğümüz önemli. Kendimizi öğretmen, kitleleri ise daimi öğrenci olarak gördüğümüz müddetçe bu konudaki durumumuz, derya içinde olup da bunu fark etmeyen balıklar misali olacaktır. Bu nedenle neyi ne kadar görebildiğimiz gibi, gördüğümüz şeyle kendi aramızda kurduğumuz bağın hangi ideolojiden beslendiği de önemli.
Ezilenlerin tarihine ve bugününe bakış açımızda ve dolayısıyla politikadaki duruşumuzda bir benzerlik var. Bu tesadüf mü? İlerlemeci tarih anlayışını çözümlemek açısından, neden böyle bir durum içindeyiz sorusuna kısaca cevap vermeye çalışalım.
İlerlemeciliğin tarihsel kökleri
Sınıflı ve cinsiyetli toplumların ortaya çıkmasından önceki dönemlerde insanlar çizgisel düşünmüyordu. Böylesi bir düşüncenin ortaya çıkabilmesi için insanın kendi üretimine yabancılaşmasının koşullarının oluşması gerekiyordu. Köleleştirme ve Antik Çağ bu zemini hazırladı.
Devletin ve özel mülkiyetin daha da kurumsallaştığı aşamada ise düşünsel bakımdan daha ileri bir soyutlama düzeyine ulaşıldı. Üst yapıdaki bu gelişmenin gerçek hayattaki karşılığı ise tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı oldu. Bu dönemde nüfusun ezici çoğunluğu hala komünal şekilde yaşıyordu. Yine de dünyanın kavşak noktalarındaki bu gelişmelerin sonuçları günümüzü bile etkileyecek kadar güçlüydü.
İnsan zihninin ulaştığı bu soyutlama düzeyi sadece tanrı kavramına yüklenen anlamı genişletmekle sınırlı kalmamıştır. Zira tek tanrılı dinlerden önce de insanlar ölümü idrak edebilip, ölenlerin bir şekilde yaşamaya devam ettiği gibi bazı düşünceler geliştirmiştir. Fakat Musevilikle birlikte ilk kez dünyadaki hayatın muhasebesinin yapıldığı ve buna bağlı cennet-cehennem fikri ortaya çıktığına tanık olmaktayız.
Bu yeni idrak aşaması, insanın zaman kavramı üzerinde daha fazla durmasına neden oldu. Hristiyanlıkla birlikte ise yaşamın amacı ve bunları gerçekleştirmenin sınırlı zaman diliminde olabileceği durumu, tarihin bir çizgi üzerinde ilerlediği düşüncesini pekiştirdi.
“… Hristiyanlığın getirdiği çizgisel tarih anlayışı o kadar etkili olmuştur ki, modern çağların en etkili ve yaygın tarih felsefesinde tarih bilincinden öncelikle anlaşılması gereken şey, tarih, nedensel olarak birbirine bağlı ve düz bir çizgi üzerinde uzanan sürekli olaylar dizisi olarak görülmüştür.” (Doğan Özlem, “Tarih Felsefesi”, Notos Kitap, 2016, Sayfa 36-37)
İslam dini de esasta bu çizgisel zaman kavramını oluşturan temellere sahiptir.
Bu üç din, ortaya çıktığı zaman diliminin ve üretim tarzının üst yapı ve kültürüne bağlı gelişmiş olsa da, kurumsallaşıp iktidarların resmi inançları haline geldiğinde, toplumu olduğu gibi düşünsel üretimleri etkileyebilir duruma ulaştırmıştır.
Bu yüzden de sınıflı toplumların dünyada yayılmasına eşlik eden en önemli üstyapı unsuru, -tek tanrılı dinlerle birlikte- çizgisel tarih anlayışı da dünyaya yayılmıştır. Ortaçağ başta olmak üzere o dönemlerden itibaren düşünsel üretim ve tarih çalışmalarında cevabı aranan sorular hemen hemen aynıdır. Ereksellik yani cennete ulaşma arayışı tüm yaşamı düzenleyen itkidir.
Bu düşünceden uzaklaşıp, var olan gerçeklik nedir, insanın ve toplumun gerçek ihtiyaçları nelerdir, gibi sorular ancak Aydınlanma döneminde sorulur hale gelmiştir. Yine de Aydınlanma ve sonrası düşünürleri de bu erekselliğin ve çizgiselliğin etkisinde kalmıştır. Bu dönemde değişmeye başlayan esasta tanrının yerine farklı ereklerin koyulması olmuştur.
Bu durumun bilinen en büyük istisnası İbn Haldun’un (1332-1406) çalışmalarıdır. O, Batı dünyasından yüzlerce yıl önce bu soruları sorarak, içinde bulunulan çizgisel düşünce dünyasının dışına çıkmayı belli ölçüde başarmıştır.
Aydınlanma dönemi ile birlikte tüm bilimlerde büyük gelişme olmuştur. Bunu ulus kavramı ve ulusların ortaya çıkışı izlemiştir. Tek tanrılı dinlerdeki ereksellik ve ilerleme fikri ulus kavramının da ortak düşünsel yapısını ve değerler sistemini şekillendirmiştir.
Devamın da yurttaş ve insan hakları kavramları ve bunların toplumsal yaşamda karşılığını oluşturarak pratik adımlar ortaya çıkmıştır. Çizgisel ve ilerlemeci zemin ise aynı kalmıştır.
“… Onlar bir yandan doğabilimci etkilerle tarihte sürekli bir ilerleme ve yasallık görmek isterken, öbür yandan aynı doğabilimci anlayışın bilimsel olarak ele alınamayacağını belirttiği tarihsel olaylarda bir rastlantısallık düzensizlik olduğunu belirtirler.” (Doğan Özlem, 2016, Sayfa 73-74)
İlerlemeciliğin düşünsel zeminindeki sınıflı ve cinsiyetçi toplum gerçeği, bu toplum biçimlerinin sorgulanmaya başlandığı her koşulda sarsıntıya uğrar hale gelmiştir. Fakat iktidar gerçekliği sürekli kendisini değiştirip dönüştürerek varlığını sürdürebilmektedir. Tarihe bakışımızdaki problemlerle birlikte, kendine yeni alanlar yaratabilmesi mümkün olmaktadır.
İlerlemecilik ve Marksist tarih
Marks ve Engels 19. yüzyıl düşünce dünyasının içine doğdular. Çalışmaları ve yaşamlarıyla kendilerinden önceki dünya görüşleri ile kökten bir kopuş gerçekleştirdiler. Buna rağmen özellikle ilk dönem çalışmalarında olmak üzere eskinin etkisini de görmek mümkündür.
Bunlardan konumuz bağlamında olan kimilerine geçmeden önce giriş niteliğinde bazı açıklamalar yapalım.
Louis Althusser “Yeniden Üretim Üzerine” adlı yapıtında; “Üretici Güçler/Üretim İlişkileri birliğinde, kuramsal ve siyasal olarak öncelik verilecek öge hangisidir, sorusuna verilmiş cevabı ele alarak Marksist İşçi Hareketi’nin tarihi yazılabilir” (Sayfa 327) der.
Oysa halen belli oranda geçerliliği olduğu kabul edilen klasik öğreti ile devrimler tarihinin ortaya çıkarttığı pratikler ve onlardan doğan teori tam olarak örtüşmemektedir. Aslına bakılırsa diyalektik yasalarına göre bu uyuşmazlık zaten olması gereken değişim dönüşüm halidir. Yine de üretici güçler ve üretim ilişkileri konusundaki yaklaşımlar daha epey bir zaman tartışılacak gibi görünüyor.
Tarihin incelenmesinde “tarih” (Sınıflı toplumlar dönemi yanlış bir adlandırma ile zaman zaman bu şekilde ifadelendirilir.) ve “tarih öncesi” (Komünal dönem de bu adlandırmayla adeta yok sayılır.) şeklinde tamamen ideolojik olarak egemenlere ait olan bir adlandırma yapılabilmektedir.
Toplum biçimlerinin incelenmesinde komünal dönem sonrasında köleci, feodal ve kapitalist dönemin birbirini izleyerek hakim olduğu kabul edilir. Bunların birbirinin devamı olarak ortaya çıkmaları ise eski üretim ilişkilerinin üretici güçlerdeki gelişmelere cevap verememesi sonucu gerici duruma düşmesine yol açar, denilir. Bu durumda doğmakta olan yeni üretim tarzı lehine yeni üretim ilişkilerinin öznesi olacak kesimler, eski üretim ilişkilerini ortadan kaldırarak onların yerini alır, şeklinde çizgisel ilerlemeci açıklama devam eder.
Diğer bir ifadeyle altyapıdaki değişimi üstyapının değişmesi izler, denir. Bu son derece genelleştirilmiş soyutlama ile geçmiş toplum biçimlerindeki değişimlerin açıklaması nedensellikle yürüyen çizgisel ilerlemeci tarih anlayışının kanıtlarına varmamıza yardımcı olur. Devamında gelebilecek, hakim üretim tarzı diye adlandırılan bu üretim tarzlarını birbiri ardına sıralarken o dönemlerde yaşamakta olan insan topluluklarının ne kadarını esas alıyoruz, ezilenlerin tamamını bu tanımlama içine almaksızın ezilenler tarihini anlamak mümkün mü, bu üretim tarzları ve toplum biçimleri her dönem varlığını sürdürmedi mi, tam olarak ortadan kalkan herhangi bir üretim tarzı var mı, ezilenler dediğimizde ilk ve en çok aklımıza hakim sömürü ilişkilerine en fazla tabi edilmiş kesimler neden geliyor? Tarihte ve günümüzdeki yegane ezilenler bunlar mı? Gibi soruların cevaplarını ayrıntılı araştırmak farklı konular olmasa da, başlı başına çalışmalar olabilir. Bu nedenle konumuzu daha dar tutarak devam edelim.
“Üretim tarzının (ekonomik temel) siyasi-hukuki-ideolojik-kültürel vb. yapı ve süreçleri belirlemesi konunun esas yönünü oluşturmakla birlikte, tek yönünü oluşturmaz. Bununla birlikte yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, her üst yapı sadece kendi üretim tarzını değil aynı zamanda ‘doğal çevre, ırksal ilişkiler, dışsal tarihsel etkiler vb’ etkilerini de taşır. (K. Marks, Kapital Cilt: 3, sf. 695, Sol Yayınları) Ve yine her üst yapı, bir kere ortaya çıktığında, toplumun çeşitli üretim tarzlarının bileşiminden (birisi hakim olmak üzere) oluşan maddi temelini etkiler, ekonomik sürecin gidişatı üzerinde etkiler yaratıp, bu süreci yavaşlatıp ya da hızlandırabilir. Ve hatta üst yapısal kurumlar olan bu siyasal, ideolojik, askeri, dini, kültürel vb. olayların ekonomik temel üzerindeki etkisi, -belli bazı tarihsel anlarda-, koşulları oluştuğunda, belirleyici bir nitelik de kazanabilir.” (Sefagül Arslan, “Osmanlı/Türkiye Tarihi ve Toplumu Değerlendirmesi”, Umut Yayımcılık, 2013, sf. 41)
İlk tanımlamalardaki ilerlemeci öz sosyalizme giden yolun koşullarını kapitalizmin gelişimine zorunlu olarak bağlayan bir sonuca varırken ikinci tanımımız bir miktar da olsa bu anlayışın ideolojik yanlışlığını açığa çıkarır. Ancak söylemek gerekir ki, Marksizm’in tarihinde doğrudan ve dolaylı olarak devrimi burjuvaziye emanet etme anlayışındaki ideolojik sapmalar buradan doğar ve beslenir.
Oysa “Üretici güçler teorisi olarak kötü bir üne sahip olan teori, tarih biliminin çarpıtılması ile ortaya çıkmıştır. Bu teorinin farklı versiyonları coğrafyamızda da etkide bulunmuştur. Kürt isyanları karşısında Kemalizm ile aynı yerde olan sözde Marksist anlayışlar o teorilerin bu coğrafyadaki sürümleri, versiyonlarıdır. Bunlar tarihsel ilerlemecilik olarak tarihi çarpıtıp Kemalizm’e yedeklenmektedirler. Aydınlanmacı, modernist bir tarih okumasıyla işçi sınıfına misyon biçenler Kemalizm ile dirsek temasında olmak durumundadır, bu nedenle de onunla köklü bir hesaplaşma ve kopuşu yaşayamazlar. Ezilenleri yok sayar ya da onları, tarih bilimine kafa tutan güçler olarak görürler. Bunların ilerlemeci tarihe bakışında da bugünkü değerleri ve bilinci geçmiş tarihte aramaya kalktıklarını görürüz. Tarih incelemeleri açısından yanlış olduğu kadar tarih biliminin yöntemine de aykırıdır.” (Partizan Dergisi, Ocak 2017/89, sf. 17-18)
Böylesi bir bakışta tarihteki isyancı halklar gibi, günümüzdeki işçi sınıfı önderliksiz her hareket yenilmeye mahkum görülür. Buna rağmen bugün MLM olduklarını iddia eden bazı kesimler bile güncel politikalarında (bu ideolojik bir sorundur aslında) ezilenlerin değil, Türk devletinin politikalarına nefes aldırabilecek tercihler yapabilmektedir.
20. Yüzyıl Deneyimleri; İlerlemeciliğin Pratikte Reddi
Marx ilk çalışmalarında dünya devriminin kapitalizmin en çok geliştiği yerlerde yani Avrupa’da patlak vereceğini ön görmüştür. Rusya’daki devrim koşullarının olgunlaşması sürecini incelemeye başladığında ise bu düşüncesinde bazı değişiklikler olmuştur. Yine de eski tespitlerinin temelden değiştiği söylenemez.
Materyalist tarih anlayışıyla değerlendirdiğimizde ustaların bu vb. yanılgılı tespitleri anlaşılırdır. Bunlardan yola çıkılarak yapılacak genellemeler Marksizm gerçekliği ve ezilenler dünyasında onun kapladığı yeri açıklayamaz.
Yine de bu durum Marksizm karşıtlarının bu yanlışlara değil Marksizm’in temellerine saldırmasına mani olmamaktadır. Bu saldırılardaki en yaygın çizgi, halen kapitalizmin gelişimini sosyalizm için şart koşmak ve bunun inşasını da burjuvaziye havale etmek şeklindedir. Yani kapitalist-emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle uzlaşmaktır. Bu Marksizm karşıtı kesimlerin ne tür gerekçeleri dayanak edindiklerine bakalım.
“Marx’ın bu değerlendirmesinde, yaklaşmakta olan devrim ‘sürekli’ olarak tanımlanmaktadır. Almanya’da bir burjuva devrimi başlayacak, bunu aynı ülkede kesintisiz bir biçimde bir proletarya devrimi izleyecek, bu devrim Batı’daki öteki ileri ülkelere yayılacak ve en sonunda proletarya bütün dünyada egemenliğini kuracaktır; bu arada, komünizmin alt aşamasından (yani sosyalizmden) üst aşamasına geçiş başlamış olacaktır. Bu ‘sürekli devrim’ anlayışı, yani aşamalı bir biçimde süren devrim anlayışı, Marksist teoriyi reformculuktan (devrimi kabul etmez) ve anarşizmden (aşamaları kabul etmez) ayırt eden başlıca noktadır.” (George Thomson, “Marx’tan Mao Zedung’a Devrimci Diyalektik Üzerine”, Kaynak Yayınları, 2008, sayfa 72)
Marks’ın bu Batı merkezli devrim beklentisi zaman içinde bir takım değişikliklere uğrasa da esasta aynı kalmıştır. “… 1861’deki köyü reformundan sonra Rusya’yı ‘Avrupa’daki devrimci eylemin öncüsü’ olarak görmeye başladılar ve bu ülkede meydana gelecek bir burjuva devrimin ‘Batı’da bir proletarya devriminin işareti’ (ME, 1.24) olabileceğini düşündüler. Başka bir deyişle, daha önce Almanya için uygun gördükleri rolü şimdi Rusya üstlenebilirdi. Hâlâ proletarya devriminin başlar başlamaz aynı anda bütün ülkelere yayılacağı kanısındaydılar.” (age, sayfa 73) Kısacası Marks ve Engels kapitalizmin gelişkin olmadığı coğrafyalardaki kaynamaları yeterince gözlemleme ve inceleme fırsatı bulup buna uygun şekilde teorilerini geliştirme fırsatı bulamadan bu dünyadan ayrıldılar.
İlerlemeciliğe denk düşen başka konular da Marks ve Engels’in çalışmalarında bulunmaktadır. Bunların başlı başına incelenmesi ayrı bir konudur. İlerlemeciliği, fazla dağıtmadan özet biçiminde tanımlayabilmek için yolumuza devam edelim.
Marks ve Engels’teki bu vb. tespitlere karşı gerçek anlamdaki eleştiri yaşamın kendisinden gelmiştir. Sovyet Devrimi kapitalizmin sınırlı geliştiği bir köylüler ülkesinde gerçekleşmiştir.
19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan emperyalizmi iktisadi ve politik düzlemde Lenin tanımlamıştır. Bu yeni olgu devrimci durumun kapitalizmin en çok geliştiği yerlerde değil, emperyalizmin tahakkümü altındaki coğrafyalarda yükselmesine yol açmıştır. Böylece kesintisiz devrim yerini sıçramalı ele alışa bırakmaya başlamıştır. Bu tartışmalara bu aşamada tek ülkede devrimin yaşayabilip yaşayamayacağı konusu eklendi.
Bu yüzden tarihsel ilerlemeci bakışa karşı bir adım daha ileri çıkabilen teori ve pratiği Lenin’de görüyoruz. Lenin, Marks ve Engels’ten farklı olarak Rusya’daki devrimin bir burjuva devrimi olmasını öngörmüyordu. Yine de bu noktadaki düşüncelerini somutlayacak tespitlere de henüz ulaşmamıştı. İşler daha ziyade pratiğin doğru okunması ile yürüyordu. Proletaryanın öncülüğü hakkında Lenin’deki teorik belirsizlikleri George Thomson’un çalışmasındaki örneklerden veriyoruz.
“Rusya siyasi devrimini, Avrupa’daki sosyalist devrimin ilk adımı kılacağız.” (LCW.8.303)
“Rusya devrimi kendi gücüne dayanarak zafere ulaşabilir, ama elde edilen kazançları yalnızca kendi gücüyle asla koruyup sağlamlaştıramaz. Batı’da bir sosyalist devrim gerçekleşmedikçe, bunu yapamaz.” (LCW.10.280) (George Thomson, 2008, sayfa 74)
Lenin’in bu konudaki düşüncelerinin tam olarak değiştiği söylenemez. Yine de Rus devriminin gelişim seyri ve o dönem dünyadaki bazı gelişmeler karşısında somut koşulların tahlili ile politikalar geliştirmiş olması problemi pratikte doğru şekilde çözdüğünü gösteriyor. Lenin’deki bu değişime 2. Enternasyonal’in yaşadığı hezimet ve ideolojik geriliği ile birlikte 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yönelik aldığı tutum da sebep olmuştur. Batı’daki işçi emekçi kesimler kendi ülkelerinin burjuvazileri yanında yer alarak, dünya halklarına yönelik emperyalist saldırıları desteklemiştir.
Bu süreçle birlikte Avrupa’daki sınıf hareketleri hızla reformistleşmiştir. Rusya’da ise Troçkistlerin ideolojik durumu netleşince Bolşeviklerle Avrupalı hareketler ve onlara paralel siyaset yürüten Rusya’daki kimi hareketlere karşı Lenin’in savunduğu çizgi ayrışmaya başlamıştır. Saflardaki netleşme sonrasında Rusya’daki devrimin ideolojik ve politik ebesi Lenin olmuştur. Bu sırada Troçkistler hala devrimin öncülüğünü ve iktidarı burjuvaziye vermeyi savunuyordu.
O güne kadarki Marksistlerce doğru kabul edilen teorik tespitlere rağmen Lenin’in bu doğru adımları atmış olması dünya devrimler tarihi açısından önemli bir aşamadır.
Daha sonraki yıllarda gerçekleşen devrimler özellikle de Çin Devrimi Lenin’in bu doğru adımlarının devamını daha ileri bir boyuta getirmiştir.
Çin Devrimi ile Birlikte İlerlemeciliğe Vurulan Yeni Darbeler
Devrim ilk kez emperyalist hegemonya altındaki yarı-sömürge bir ülkede olgunlaşıyordu. Mao Çin Devrimi’nin yeni hedefini, “Çin Devrimi’nin bugünkü aşaması, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplumun ilgası ve bir sosyalist toplumun kurulması arasında bir geçiş aşaması, yani bir yeni-demokratik devrim sürecidir…” (Mao Zedung, “Yeni Demokratik Devrim”, Umut Yayımcılık, 1993, sf. 55) şeklinde tanımlar.
Çin devrim tarihi halk savaşı stratejisi ve felsefi olarak devrimlerdeki geriye dönüşleri teorik düzeyde incelemesi bakımından olduğu gibi Sovyetler Birliği’nin şabloncu beklentilerine karşı koyması bakımında oldukça önemli deneyimler bırakmıştır. Hayli uzun erimli süreçlerden geçilirken uygulanan strateji ve taktikler, ittifak ve işbirlikleri ile geçmiş modellerdeki kalıpları da kırmıştır. Hiçbir devrimin başka bir devrimin birebir tekrarı olmayacağı bu devrimle bir kez daha kanıtlanmıştır. Tüm bunlara rağmen Mao, iktidarı burjuvaziye teslim etmeyi bir seçenek olarak görmez.
Mao, “Bugünkü aşamada Çin’in burjuva-demokratik devrimi, eski genel türde değil, yeni özel türde bir demokratik-devrim, yeni demokratik devrim olduğundan, sosyalizmin yükselişi ve kapitalizmin çöküşü ile nitelenen 1930’ların ve 40’ların yeni uluslararası ortamında İkinci Dünya Savaşı ve devrim çağında yer almakta olduğundan, Çin Devrimi’nin nihai perspektifi şüphesiz ki kapitalizm değil sosyalizm ve komünizmdir.” (age sf.57) der.
Yeni demokratik devrimde iktidarın işçi ve köylülere geçmesi emperyalistler ve yerli işbirlikçilerine karşı atılmış etkili bir adımdır. Fakat sosyalizme yürümede geliştirilen programlarda yine sanayi üretiminin yani illaki teknolojinin emperyalist ülkelerle yarışacak şekilde gelişmesi şart koşuluyordu.
Oysa sosyalizmin inşası en çok ve en modern olanı üretmekten değil, komünal aklın yolundan geçiyordu. Ülkede kurulan komün ve özyönetimler başarılı olup halkın üretime ve yönetime doğallığında katılmasını sağlamış olsa da, merkezi politikalar bunları değil kapitalizmi geliştirme potansiyelini taşıyordu.
Kapitalist-emperyalist ekonomilerle rekabete koşullu Sovyet Devrimi gibi Çin Devrimi de ilerlemecilik ve kalkınmacılığa çark etmişti. Sınıfları ortadan kaldırma hedefli bu devrimlerin, kendilerini komünalite kriterleri ile değil, vahşi kapitalizmin kriterleri ile mukayese etmeleri ironiktir. Fakat ilerlemecilik zehrinin gücünü görebilmemiz açısından da ibretliktir.
Emperyalistlerle teknoloji yarışına dair adımlar kısmen zorunluluktan (savaş gerçekliği bunu mecbur hale getirdi) atılmış olup, geçici ve taktik diye değerlendirilse de, stratejik sorunlardı. İlerleme ve kalkınma hedefinden dolayı kapitalizm kendisini ekonomik olarak yeniden üretiyordu. Üstyapıda stratejik değişikliklere neden olacak ideolojik mücadele ise yine aynı “taktik” gerekçelerle rafa kaldırılıp sönümlendirilmişti.
Bunlara rağmen Çin’de üstyapıyı değiştirebilecek ve devletin burjuva tarzda inşasını engelleyebilecek büyük bir çıkış olmuştu. Büyük Proleter Kültür Devrimi ile iktidar olgusuna ve çizgisel anlayışa aykırı bir tanım getiriyordu. Halk iktidarları da iç ve dış ideolojik mücadeleyi layıkıyla yürütemedikleri müddetçe halka karşı ve devrimin aleyhinde bir güç haline gelebiliyordu. Bu yüzden Mao’nun Çin gençliği başta olmak üzere dünya gençliği ve halklara yaptığı bu çağrı tüm dünyada cevap buldu. Çin’deki asıl hedef; bürokratlaşan ve küçük burjuva ve burjuvalaşan Komünist Parti’ye yönelik aşağıdan gelen bu kültür devrimi idi. Dünyanın diğer yerlerinde de iktidarlara ve her türlü anti-demokratik uygulamalara karşı benzer tepkiler örgütlendi.
Mao’nun o gün Komünist Parti içindeki iktidarlara yönelik yaptığı bu tespitin arka planında, devrimlerin hep ileriye doğru düz bir çizgi halinde gelişebileceği fikrinin çürütülmesini sağlayan felsefi bir çözümleme vardı. İktidar hakkında o zaman kadar yapılmış bütün tespitlerin ilerisindeki bu tanımlama, MLM’ler açısından değeri hala yeterince anlaşılamamış olan bir şeydir. Zira iktidar hakkında daha sonra yapılmış ve yapılmakta olan daha derinlikli çözümlemeler MLM’ler tarafından değil, tamamen farklı cenahtan kesimler tarafından yapılmıştır. Anarşistler, feministler, post-modern bazı akımlar ve onların çizgisini benimseyen reformist hareketler iktidar kavramını analizde oldukça derinleşmiştir. Fakat bunlardan çıkartılan sentezlerin sistem içi kalması kaçınılmazdır. Sosyal bilimciler de iktidar konusunda oldukça zengin çalışmalara imza atmıştır.
Bizdeki tanım ise her ne kadar kısmen üstyapıya değinse de esasta ekonomizm sınırlarında kalmıştır. Çubuğun biraz fazla üstyapı incelemelerine ya da feminist ve anarşist çalışmalara büküldüğü durumda bu derhal “ideolojik sapma” şüphesiyle engellenmiştir. Unutmayalım ki, ideolojik ve politik olarak tıkandığımız ya da tökezlediğimiz noktada kabemizin komünal yaşam olması gerekiyor. Ve bu yaşamda altyapı ve üstyapı şeklinde bir ayrıştırma yoktur. Üretim ve yaşamın idaresi bir bütündür. İktidarı anlamaya çalışırken ve bu modele yakınlık ve uzaklık durumumuzun gösterge olacaktır. Başlı başına incelenmesi gereken bu konu da tarihsel ilerlemecilik gerçeğini içine alabilecek kadar kapsayıcıdır. Geçerken bunun da altını çizelim ve devam edelim.
Marksistler arasında çalışmalarında ilerlemeci tarih anlayışına dair eleştirilere yer vermiş bir isim de Louis Althusser. Lenin ve Mao’nun adımlarını şu şekilde yorumlar. Komünist Manifesto’ya yazılmış önsözden bahsederek;
“Ben yalnızca şu soruyu soruyorum. Önsöz’deki ana tezi, yani ‘Toplumsal bir formasyon, içerebildiği tüm Üretici Güçler gelişmeden asla yok olmaz; ve yeni ve yüksek Üretim İlişkileri, maddi yaşam koşulları eski toplumun bağrında olgunlaşmadan-ortaya çıkmadan asla eski ilişkilerin yerini almaz,’ şeklindeki tezi, Lenin ve Mao bir an için lafzi olarak ele almış olsalardı, o zaman, Lenin ve Mao Partinin ve kitlelerin başına bir an için bile olsa nasıl geçebilir ve Sosyalist Devrimi zafere ulaştırabilirlerdi?” (Louis Althusser, “Yeniden-Üretim Üzerine”, İthaki Yayınları, 2008, Sayfa 327)
Bununla birlikte proletarya ve halk iktidarları kurulurken atılan adımlar inşa aşamasında sürdürülememiştir.
Zira üretici güçler teorisine yönelim bu kez de yeni iktisadın planlanması aşamasında tekrar ortaya çıkmıştır. Aslında bu durum ideolojik olarak bu sorunla kökten yani paradigma düzeyinde yüzleşilemediğinden tekrar tekrar yaşanmaktadır.
“…Üretici Güçlerin ve Üretim İlişkilerinin, yalnızca verili bir üretim tarzı için değil, içlerinden birinin egemenliğinde birçok üretim tarzının var olduğu toplumsal bir formasyon için ne anlama geldiğini bilmek; bu ‘birliğin’ sorununa ikincil değil temel belirlenimler katan emperyalizm evresindeki kapitalist bir formasyonda bu birliğin ne hal aldığını bilmek. Örneğin 1917 Rus Devrimi ve Çin Devrimi dünya savaşlarının ertesinde, ‘en zayıf halkalar’ bölgesinde patlak vermişse, bu en zayıf halkaların emperyalizm denen bir zincirin halkaları oldukları nasıl görülmez? Teknolojik olarak geri ülkelerde zafer kazanmış olan bu devrimler nispeten kısa bir zamanda Üretici Güçlerin gecikmesini yakalayabilmişse ve yakalayabiliyorsa, bunun, dünya çapındaki Üretici Güçlerin durumuna, özellikle teknolojinin en gelişmiş olduğu dünya durumuna bağlı olduğu nasıl görülmez?” (age, Sayfa 330-331)
Bu durumda tekrar en başa dönerek şapkamızı önümüze koymamız gerekiyor. Neden kıyaslamayı ve hedefi kapitalist emperyalist sistemle yapıyoruz? Neden ezilenler arasında en fazla ve bazen tek başına, bu sömürü ilişkilerine doğrudan tabi olanları dikkate alıyoruz? Sınıflı toplumlar tarihi boyunca yapılan bu yok sayma tutumu, bize değil iktidarlara ait olsa gerek.
“Birçok toplumsal üretim biçimi ve toplumsal geleneğin birlikte bulunması, devrimci stratejilere de bir zenginlik, bir orjinalite katıyor. Stratejileri daha özgün kılmaya yol açıyor. Örneğin Rus köylü komünlerinin devrim stratejisindeki yerinin nasıl tartışıldığını biliyoruz. Çin stratejisi, Küba vb. hep farklı yollar, farklı deneyler oldular. Bazen komünal gelenekler, bazen köylüler, bazen küçük burjuvazi devrimlerde işçi sınıfının önüne geçmiştir. Bu hem olumlu hem de olumsuzdur. Devrimci enerji olarak keşfedilip yönlendirilmesi olumlu olacaktır. Ama kendi başına öne çıkışları, onları özgür toplum değil, bir başka küçük mülklü toplum kurmalarına dönüşeceğinden olumsuzluk da taşırlar.” (Erol Dündar, Suat İncedere, “Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Eleştirel Notlar”, Belge Yayınları, 2011, Sayfa 84)
Coğrafyamızdaki Devrimci Hareketler ve Tarihsel İlerlemecilik
Türkiye devrim tarihi de tıpkı dönemin hakim paradigmasının etkisi altındaki diğer ülke devrimci ve muhalif hareketlerine benzer süreçler geçirmiştir. Ezilenlerin tarihine egemenlerin gözünden bakma durumu böylesine köklü bir yanlıştır.
“TKP’nin tarihsel ilerlemeci epistemolojisinin etkisi bütün ‘sol’ harekette etkisini göstermiştir. Bu durum Kaypakkaya’nın çıkışına kadar THKO ve THKPC de dahil olmak üzere bütün yapılara yansımıştır. Bir adım ileri veya bir adım geri atmaları hiçbir şeyi değiştirmiyordu, çünkü hepsi aynı epistemolojik düzlem içindeydiler. Nitekim aşağıda göstereceğimiz gibi Kaypakkaya eserinde tam da bu nedenle hepsini hedefe koymuştur. Kısacası bu ‘sol’ yapıların savunularına bakmak, Kaypakkaya’nın nasıl bir ortamda çıkış yaptığının anlaşılması için önemlidir.” (Partizan Dergisi, Ağustos 2017/90, Sayfa 80)
Bu yüzden 1971 çıkışıyla parlamentarizmin ve düzen içi mücadelelerin yerini silahlı mücadelenin alması çok önemli bir adım olsa da, ideolojik bakımından özde değişen bir şey olduğu söylenemez. Örneğin Kemalizm’e ve orduya bakış açısı değişmez. Hatta Kemalist kliğin tek başına iktidarda olduğu tek partili dönem için Türkiye’yi “anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı” yürütülmüş, ilerici kadroların yönettiği bir dönem olarak görmüşlerdir. Bugün de Mahir Çayan’ın ardılı olanlar arasında aynı tespiti sahiplenmeyi sürdürenler mevcuttur. Aynı düşünce sahipleri ve daha geniş bir kesimce, Türkiye’nin geri iktidarlara teslim olmasının ve “bağımsızlığını” yitirmesinin miladı olarak NATO’ya girişi kabul edilir. 1960 faşist darbesi ve 61 Anayasası ilerici, Kemalist askerilerin ülkeye demokrasi getirme çabası olarak sahiplenilir. Bu bakımdan MLM’ler dışındaki hiçbir hareketin ideolojik durumu parlak değildir.
Bugün siyaset sahnesinde yer alan hareketler güncel ve orta dereceli politikalarında bu söylemlerinden vazgeçmiş olsalar da, ideolojik öz değişmiyor. Zira stratejik tespitlerde ve parti programlarındaki durum dönüp dolaşıp Kemalizm’e ilerici misyon biçmeye varıyor.
Egemen sınıflara ilerici misyon biçmenin diğer en ağır sonucu ise TDH’nin Kürt gerçekliğine yaklaşımıdır. TKP, Şeyh Sait ayaklanmasında “gericilikle” mücadelede tavizsiz yaklaşımından dolayı iktidarı koşulsuz desteklemiştir. Bu ilerlemeci miras Kaypakkaya çizgisinin dışında kalan hareketlere geçmiştir. Hatta MLM ve Kaypakkayacı olmak bile bazı kesimleri utangaç şovenistlik yapmaktan koruyamamıştır. Söylemde Kürt özgürlük mücadelesinde görünüp pratikte iktidarın politikalarına karşı çıkmama tutumu başka ne şekilde açıklanabilir?
Buna ve başka bazı tarihi gerçeklere bakıldığında tarihsel ilerlemecilikle mücadele zeminin 1972’deki kopuşla ve Kaypakkaya ile bu coğrafyada yakalandığını fakat bunun devamının sonraki yıllarda yeterince getirilemediğini görüyoruz.
Kaypakkaya gerçekliği binlerce yıllık ilerlemeci paradigmaya vurulmuş önemli bir darbedir. Fakat ne yazık ki biz ardılları da dahil halen bu kopuşu tam olarak anlayabilmiş değiliz. Zira Kaypakkaya’nın tarihe yaklaşımı konusunu, başlı başına bu çıkışın düşünce yapısı olarak değerlendiremiyoruz. İncelediğimiz, ilgilendiğimiz boyut Kaypakkaya’nın düşünce yapısından ziyade ortaya çıkardığı sonuçlardan ibaret oluyor. Bu yüzden de onun ardılları olarak düşünce ve görüşlerini gerçekleştiremiyoruz.
Kaypakkaya kısacık ömründe, derinleştirme fırsatı bulamadığı programatik görüşlerinde, bize bıraktıkları ile Marksizm tarihinin en kritik meselelerinden biri olan üretici güçleri kutsama ve buna bağlı ideolojik sapmalara düşme konusunda, coğrafyamızda sınıfta kalmamış tek önderdir.
Evet Kaypakkaya’nın düşünceleri 1970’ler ortamında var olan yaygın yaklaşımlara şiddetli bir eleştiri olarak ortaya çıktığında, geniş kesimler bu konulardan haberdar bile değildi. Varoluş ilkeleriyle uyuşmayan bu düşünceleri şiddetle reddettiler. Geçen zaman içinde ise sessizce ve parça parça bu düşünceler başka yollardan benimsendi. Fakat ait olduğu ideolojik-stratejik bağlamdan kopartılarak benimsendi. Tarihsel özü ve durduğu yer anlaşılamadı. Bugün eklektik tarzda da olsa ilerlemeci tarih anlayışına karşı pek çok kesim söz söylüyor. Bu ne derece amacına hizmet eder, tartışılır! Kaypakkaya’nın yoldaşlarının ezilenlerin gerçek tarihine daha fazla yoğunlaşarak bu tarihin gerçek anlamda yazmaya başlamaları elzem hale gelmiştir.
Bugün, ilerlemeci tarih anlayışıyla hesaplaşma sadece Marksist sahada sürmüyor. Pek çok politik çevre ve akademi dünyası ezilenlerin tarihine başka bir gözle bakmayı deniyor. Fakat ortada yine bir sorun var. İktidar bir şekilde bu tarih ve gerçeklikle aramıza duvar örmeyi başarabiliyor. Bizler de bu yüzden ezilenleri yine yeniden iktidarın prensiplerine göre benimsiyoruz. Onları sahiplenirken bile somut koşulların somut tahlili ile değil, kendi beklentilerimize göre ayırarak sahipleniyoruz. Geçmişteki isyancı halklar ve toplulukların kaderini en baştan yenilgiye mahkum şekilde yazıyorsak, bugün de ezilen bazı kesimleri aynı şekilde değerlendiriyoruz. Onlara bir türlü çocukluktan çıkma fırsatı tanımıyoruz. Oysa her özne kendi adını ve hedefini kendisi belirler. Biz ancak doğru tarzda yaklaşarak bu güçlerin zaferi ve kurtuluşu için çalışabilir. Zira bundan ötesi bizi bir kez daha egemenlerin tarihine saplar.