MÜSLÜM ELMA | “Baskıya direnmek varlık gerekçemiz; asıl sorun zorbalığa boyun eğmek, direniş bayrağına leke sürmektir”

15 Nisan 2015’te Almanya-TC ortaklığında dört ülkede ATİK üye ve yöneticilerine dönük “TKP/ML üye ve yöneticileri” olduğu gerekçesiyle yapılan operasyonda tutuklananlardan biri olan Müslüm Elma, Münih’te devam eden duruşmalara bir dilekçe yazdı. “Hiçbir devrimci militan sınıf düşmanlarından merhametli bir tutum beklememelidir ve yapılan-dayatılan gayri insani uygumalar karşısında da asla şaşırmamalıdır. Dahası haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı durmak, her türlü baskıya işkenceye karşı direnmek bir devrimcinin varlık gerekçesidir. Asıl problem olan egemenlerin zorbalığına boyun eğmektir. Direniş bayrağına leke sürmektir” diyen Elma’nın dilekçesini olduğu gibi paylaşıyoruz:

 

Baskıya direnmek varlık gerekçemiz; asıl sorun zorbalığına boyun eğmek, direniş bayrağına leke sürmektir!

Ben 09.02.1960’da Türkiye Kürdistanı’nın Dersim şehrinde doğdum. Dersim, Kürt-Alevi mezhebine mensup halkımızın yoğunluklu olarak yaşadığı bir şehirdir. Benim ailem de bunlardan biridir. Bu şehrin tarihi hem acılı hem de onurludur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Kürt coğrafyasındaki egemenliğini en son olarak bu şehirde yaptığı katliamla pekiştirmiştir. 1937-1938 yıllarında binlerce Dersimli köylerde, dağ başlarında ve idam sehpalarında can vermiştir.

Bugün Türk egemen sınıflarının üzerinde yükseldiği kanlı Türk-İslam sentezi çizginin ilk tohumları, İttihat ve Terakkicilerin döneminde atılmıştır; ki bu tohumları atan kadroların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları ve Dersim katliamının sorumlularıdırlar. Gayrimüslim-halklara karşı da egemen ulus milliyetçiliğini ve Sünni İslamcılığı kendine temel alan bu faşist Türk İslam egemenlerinin Türkiye coğrafyasındaki icraatları dün olduğu gibi bugün de kanlıdır.

Benim ailem Desman (Türkçe: Ardic) köyünde yaşıyordu. Tarımla, hayvancılıkla uğraşıyordu. Bahar mevsiminde ise yaylalara çıkıyorduk. Ve dağlarda mermilerin boş kovanlarını bulup yaşıtlarımızla birlikte kimi zaman oyunlar oynardık. Yani boş kovanlar bizim için eğlence kaynağıydı. Bunca boş kovanın nedenine dair soru soracak durumda değildik. Çünkü çocuktuk.

İlkokulu köyde bitirdim. Orta öğrenimime, Elazığ şehrinde devam ettim. Elazığ siyasal gericiliğin egemen olduğu bir şehirdi. O yıllarda adı birçok cinayete karışan devlet destekli sivil faşistlerin bir kısmı bu şehrin nüfusuna kayıtlıydı. Bu şehirde Alevi mezhebine mensup halkımız, ilerici devrimci güçler şehrin belli mahallelerine hapsolmuş durumdaydılar. Yani şehrin diğer bölgelerinde rahat hareket etme olanakları yoktu. Çünkü her an saldırılarla karşı karşıya kalabiliyordu. Belediye ve diğer devlet dairelerinde olan işlerini büyük güçlükler içinde yapabiliyorlardı. Özellikle ilerici ve devrimci güçler daha kalabalık bir tarzda hareket etmek zorundaydılar. Tek kelimeyle can güvenlikleri yoktu. Her an tetikte, bir saldırı beklentisi içinde olma hali doğal olarak günlük sosyal yaşam üzerinde de olumsuz etkiler yaratıyordu. Şöyle ki izlenen bir saatlik bir gerilim filmi değildi. Bilakis yaşamın kendisi bir gerilim filmini andırıyordu. Ki bu şehir bu özelliğini hiç kaybetmedi. Daha sonraki yıllar ve yakın tarihimizde bu yönlü kanlı faaliyetlerin örgütlendiği bir kent olma özelliğini korumaya devam etti.

12 Mart 1971’de Türkiye’de yine bir askeri darbe yapılmıştı. Bu askeri darbe sonrasında devrimci önderlerin önemli bir bölümü katledildi. Katledilmeyenler de esas olarak hapishanelerdeydi. Dolayısıyla birkaç yıl toplumsal muhalefette bir sessizlik süreci yaşandı. Ben bu süreçte olup bitenleri anlayacak-kavrayacak durumda değildim. Sadece iyi insanların devlet tarafından öldürüldüğüne dair yapılan kimi konuşmalara tanıklık ediyorduk.

Liseye başlar başlamaz okuduğumuz okulda daha çok sivil faşistlerle sorunlar yaşamaya başladık. Aynı okula gidiyorduk. Ama farklı yollardan. Aynı sınıfta okuyorduk ama farklı sıralarda oturuyorduk. Bu toplumsal farklılaşma ve ötekileştirme mahallelerde ve sokaklarda da yaşanıyordu. Dersim’de ise devrimci ve sosyalist fikirler gençliği esas olarak sarıp sarmalamıştı.

Dolayısıyla bu şehrin kimliğini taşımak, faşist güçlere hedef olmakla eş anlamlıydı. Okuduğum şehirde bu durumu somut olarak yaşıyorduk. Daha sonraki yıllarda bu şehrin nüfusuna kayıtlı olduğu için sivil faşist güçler tarafında yapılan kimlik kontrolleri sonucunda öldürülen-saldırılara maruz kalan çok sayıda insan oldu.

Evet, yaşımız küçüktü lakin bu ortam bizi hızlı bir tarzda politikleştiriyordu. Ve ben de ezilenlerden yana bir tercih yapmıştım. Ve taraftım.

Görünüşte mezhepsel çelişkiler kullanılsa da özünde yapılan-yapılmaya çalışılan sol-devrimci güçlere karşı sivil faşist bir saldırıydı. Ki bu faşist saldırılar-çatışmalar ülkenin farklı bölgelerinde de hissedilmeye başlandı. Özellikle üniversite gençliği başta olmak üzere, genel olarak gençlik içinde demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi giderek kitlesel bir boyut kazanıyordu. Buna karşı devletin ve devlet destekli sivil faşistlerin saldırıları giderek artıyordu. Sivil faşist güçlerin okullarda ilerici-devrimci öğrenciler üzerine kurşunlar yağdırdığı bir sürece girilmişti artık.

Ben de, yıllar önce çıktığımız yaylalarda toplayıp oynadığımız boş kovanların nedenlerini yavaş yavaş anlamaya başlıyordum. Çünkü üzerimize kurşunlar yağıyordu. Ve okul önlerinde, sokaklarda boş kovanlar giderek artıyordu. Elbette ki bu boş kovanlarla oyun oynayan çocuklar da vardı. Ama biz artık hayatın gerçekliğiyle yüzleşmiştik. Boş kovanlarla değil üzerimize yağan kurşunlara karşı kendimizi savunuyorduk.

Okula başlarken eğitime dair hedeflerim vardı. Ama artık toplumda var olan eşitsizlikleri-adaletsizlikleri daha çok anlamaya başlamıştım. Mevcut sistem içinde ne bireysel bir özgürlüğün ne de kurtuluşun olmayacağını yaşayarak görüyordum.

Elazığ’da lisede okurken Türkiye Cumhuriyeti devletini teşhir eden yazılar duvarlara yazdığım için polis tarafından gözaltına alındım ve işkence denilen gayri insani uygulamayla ilkin orada karşılaştım. Duvarlara yazdığımız birkaç slogan devleti harekete geçirmişti. Koca koca “adamlar” lise öğrencisi olan bizleri falakaya yatırarak-meydan dayağından geçirerek yürüyemeyecek hale getirdiler. Onlar vurdukça küçülüyordu. Ve ayaklarımıza inen her cop bize ya özgürlük ya da köleliğe devam mesajını veriyordu. Hiç tereddütsüz benim aldığım ve giderek yaşamımda içselleştirdiğim mesaj yaşasın özgürlüktü!

Evet, TKP/ML’nin kurucusu önder Kaypakkaya’nın maruz kaldığı işkenceler ve buna karşı sergilemiş olduğu komünist duruşa dair yazılar okumuştum. Ve bu sınıf tavrına karşı müthiş bir saygı duyuyordum. Ama şiddet denilen olguyla da ilk defa yüzleşiyordum. Aslında henüz genç bile sayılmayacak bir yaşta, (15-16 yaşlarında) devlet denilen zorbalık aygıtının gerçek yüzüyle karşılaşıyordum. Bu ilk karşılaşmamız beni onların izlemesi gereken bir hedef haline getirdi. Ben ise hem nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzun ciddiyetini gördüm hem de kendime olan özgüvenim arttı. Haklılığımıza ve meşruluğumuza olan inancım daha da pekişti.

Liseyi bitirdikten sonra Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nde üniversite öğrenimime başladım. Deyim yerindeyse okul, silahlı çatışmalar eşliğinde açıldı. Ve bu durum günlerce devam etti.

Hiç şüphesiz karşımızda polis destekli olan sivil faşist güçlerdi. Yani özünde karşımızda olan devletti. Ve aynı devlet öğrenim hakkımızı da engelliyordu. Dahası devlet sadece bu sivil faşist güçleri destekleyip harekete geçirmekle yetinmiyordu. Bir yandan da kamuoyuna dönük her türlü saldırıya karşı mücadele ettiklerinin propagandasını yapıyorlardı. Halk nezdinde sıkça kullanılan “Osmanlı’da oyun çok” söylemi, aynı zihniyeti taşıyan Türk egemen sınıfları tarafından aynen sürdürülüyordu. Yani kitleleri aldatan, gerçekleri karartan kirli yöntemleri her an devredeydi.

Sonuçta üniversite 1978/1979’da kapandı ve üniversite hayatım burada sona erdi.

Bu aşamadan sonra okulla bağım tamamen kesildi. Bütün zamanımı siyasal çalışmalara ayırmaya başladım. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, başta ABD emperyalizm olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin de desteklediği bir projeydi. Nitekim Amerikan emperyalist tekellerin sözcüleri “Bizim çocuklar başardı” diye açıklama yapmakta gecikmediler. Peki onların bol apoletli ay yıldızlı formalı general “çocukları” ne yaptılar, neyi başarmışlardı:

Onların “çocukları” yüzbinlerce insanı gözaltında onbinlercesini işkence tezgahından geçirerek hapishanelere yolladı. Ve hapishanelerde de işkenceler durmadı. Keza yapılan göstermelik yargılamalar sonucu yüzlerce insan idama mahkum edildi. Onlarcasının idam cezası infazla sonuçlandı. Sorgu merkezlerinde ve hapishanelerde yapılan işkenceler sonucu birçok insan yaşamını yitirdi. Sayısızca insan yaşamının geri kalan bölümünü engelli bir tarzda sürdürmek zorunda kaldı.

Onların “çocukları” Ankara’da parlamento denilen işlevsiz kurumu tümden kilitlediler. Yani “demokrasisinin” o göstermelik örtüsünü de ortada kaldırdılar. Burjuva partilerinin genel başkanlarını da hapishaneye yolladılar. Bugün katil Erdoğan’la ortaklık kuran Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) o dönemdeki Genel Başkanı Alparslan Türkeş bu durumu şu cümleleriyle özetlemişti: “Bizim fikirlerimiz iktidarda, ama biz hapishanedeyiz”. Gerçek durum da buydu.

Çünkü darbeci generallerin esas hedefi devrimci ve sosyalist güçlerdi. Yurtsever Kürt halkıydı. Bugün Türkiye’de başta Kürt halkı olmak üzere tüm ilerici-devrimci, muhalif olan güçlere karşı sınırsız bir devlet terörü uygulayan Türk-siyasal İslam sentezi anlayışının uygulayıcısı katil Erdoğan ve çetesinin üzerinde yükseldiği zemin, darbecilerin sunduğu kanlı zemindir.

Darbeciler; ilerici-devrimci düşüncelere karşı dini kitleleri uyutmanın ve aldatmanın bir aracı olarak kullandılar. Darbenin başı Kenan Evren yaptığı konuşmalarda Kuran’dan ayetler okuyarak, işledikleri cinayetlere, anti-demokratik uygulamalara meşruluk kazandırmaya çalışıyordu. Hiç kuşkusuz tüm bu propagandalar kitleleri belli bir düzeyde etkiliyordu.

Özellikle devrimci ve sosyalist solun örgütsel olarak darbeden sonraki kanlı baskınlarla büyük bir darbeye maruz kalması, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini de oldukça zayıflattı. Devletin yoğun baskıları, yasaklar, dinci-ırkçı fikirlerin kitleler içinde yayılmasını daha da kolaylaştırdı.

İşkence insanlık suçudur!

Özet olarak onların “çocukları” Türkiye denilen coğrafyada zulüm ekti. Bu zulmün ürettiği en son zalim ise katil Erdoğan ve çetesidir. Bu çetenin zihniyetinin DAİŞ’ten farkı yoktur. Gelinen aşamada yalnız Türkiye halklarının değil, bölge halklarının da baş belası.

Onların “çocukları” yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan kopardı. Bir o kadar kitabı yaktı. Dergiyi, gazeteyi yasakladı. Tüm bunlar, soru sormaktan yorgun düşmüş, verilenle yetinen, devlete ve dini buyruklara itaat etmeyi “vatanseverlik” sayan köle ruhlu bir çoğunluk toplum gerçeğini ortaya çıkardı. İşte emperyalizmin “çocukları” apoletli generallerin kanlı mirası, bugünkü Ankara’nın resmi.

Yukarıda kısa bir şekilde bir süreci özetlemeye çalıştım. Özetlediğimiz bu tabloda neyi görüyoruz? Bu tabloda şu gerçekleri görüyoruz: Bizler anamızın karnında sosyalist olarak doğmadık. Doğmuş olsaydık da bir sakıncası olmazdı. Sosyalist olmak büyük bir erdemdir. Ya da çok sevdiğiniz ve sıkça bizi itham ettiğiniz gibi ‘terörist’ olarak da doğmadık. Yani her çocuk gibi doğduk. Sonra ise eğitim hedefleri olan birer öğrenciydik. Ama devlet denilen zorbalık aygıtı ve güdümündeki sivil faşistler baştan itibaren doğduğumuz şehrin ulusal-mezhepsel kimliğinden dolayı peşinen bizi ötekileştirdiler. Dolayısıyla bizi devrimci-sosyalist kılan devletin inkar ve asimilasyon politikalarıdır, farklı fikirlere ve kimliklere karşı olan düşmanlığıdır. Diğer bir anlatımla nesnel koşulların ta kendisidir. Bu nedenle gerçek suçluları arıyorsanız bizde yanlış adrestesiniz. Gerçek suçlular emperyalistler ve işbirlikçileridir. Bizim sosyalist olmamızı sağlayan da onların milyonları yoksulluk ve sefalet içine iten açgözlü politikalarıdır. Bunun için çıkardıkları haksız savaşlar nedeniyle yaratmış oldukları yıkım politikalarıdır. Düşünce ve vicdan özgürlüğüne taktıkları kelepçelerdir.

Özetlersek şöyle denilebilir: Bizi sosyalist yapan Ankara, Berlin, Washington, Paris, Londra merkezlerinde oturan emperyalist burjuvaların ve işbirlikçilerinin izlemiş oldukları karşı devrimci politikalarıdır.

Söylem düzeyinde neredeyse herkes işkencenin bir insanlık suçu olduğu konusunda hemfikirdir. Ama pratik olarak yaşananlar ise çok farklıdır. Türkiye’de işkence bir devlet politikasıdır. Çünkü işkenceyi yapan devletin polisidir, askeridir. Tek tek bireylerden zor yöntemiyle elde edilen bilgilere dayanılarak, göstermelik yargılamalar yapıp binlerce insanı mahkum eden de devletin yargı kurumlarıdır. Yargı kurumlarının görevi bununla da sınırlı değildir. Yargı kurumları hem işkence mağdurlarının yapmış oldukları suç duyurularını hasıraltı ediyordu hem de açılmış olan davalarda işkencecileri aklıyorlardı. Görüldüğü gibi Türkiye’de işkence birkaç “kötü niyetli polis ve askerin” işi değildi. Bilakis devletin işidir. Ve bu iş devletin polisi-askeri ve yargı kurumları aracılığıyla yürütülüyor.

Türkiye’de içte ve dıştaki siyasal gelişmelere paralel olarak işkencenin dozunda ve yöntemlerinde belli farklılıklar yaşanıyor. Ama asla bu yöntemden vazgeçilmiyor. Kimi zaman devlet sözcülerinin “işkenceye sıfır tolerans tanıyoruz” türünden açıklamaları ise, özünde hem işkencenin varlığının kabulüdür. Hem de hiç de yabancısı olmadığınız yalanlardan biridir.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında işkence, (polis ve jandarmanın) sorgu merkezlerinde yapılan günlük bir iş gibiydi. Sabahları işe başlanırdı. Ve işin bitiş saatini belirleyen de işkencecilerin ruh haliydi. Şöyle ki: Direniş duvarlarına çarptıkları zaman uykuları kaçardı. Söylemleri, hareket tarzları, kısacası karşımıza tepeden tırnağa bir işkenceci manzarası çıkardı. Keza böylesi süreçlerde Türkiye’de işkence var mı yok mu ya da polis sorgularında ifadeler işkence zoruyla alınıyor mu alınmıyor mu tartışmaları yeryüzünde insanlar yaşıyor mu yaşamıyor mu tartışmasını andırıyor. Böylesi anlamsız tartışmalara girmedik-girmeyiz de. Bu tartışmaları yapanların amaçları ya gerçekleri karartmaktır ya da işsiz kalmışlar ve kendilerine iş çıkarıyorlardır.

Ben 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra önce Diyarbakır’da sonra Gaziantep, Elazığ, Urfa şehirlerinde tam altı ay polis merkezlerinde sorgulandım.

Bir kez daha dikkatinizi çekerim: Altı saat, altı gün, altmış gün demiyorum. Birkaç mevsimlik zamandan söz ediyorum. Dolayısıyla süreci bir bütün olarak burada anlatmam mümkün değildir. Sadece bazı noktalar üzerinde duracağım.

TKP/ML’ye dönük yürütülen bir operasyonda bir arkadaşımın iş yerinde 23.09.1980’de güvenlik güçlerince gözaltına alındım. Polis otosuna bindirdikleri andan itibaren bir yandan dövüyorlardı, diğer yandan soru soruyorlardı. Görünen oydu ki aceleleri vardı. Yeni gözaltılar için yeni bilgilere ihtiyaç duyuyorlardı. Ama benim ne acelem vardı ne de sorulan sorulara yanıt verme sorumluluğum. Çünkü zaman susma zamanıydı. Gözlerim bağlı olduğu için onları göremiyordum. Sadece “Bu korkudan dilini yuttu” diye atılan kahkahaları duyuyordum.

Diyarbakır’da askeri kışlanın bulunduğu bölgedeki yetkili sorgu merkezine götürdüler. Arabadan indirdikleri gibi, beni sorgulama odasına aldılar. Önce falakaya yatırdılar. Sonra çarmıha gerdiler. Daha sonra ters olarak askıya aldılar. Ve tüm bunlar yaparken vücudumun farklı yerlerine elektrik şoku veriyorlardı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki: O akşam sorgu merkezlerinde kullanmış oldukları işkence metotlarının esasını denediler. İlk aldıklarında attıkları kahkahalar yerini büyük bir öfkeye ve çaresizliğe bırakmıştı. Nihayet işkenceci ahmaklar dilimi yutmadığımı anladılar.

Evet, işkence bir insanlık suçudur. Buna karşı susma hakkının kullanılması insanlık onurunu savunmaktır. İşkencecilerin ve yargı kurumlarının bu tutumu “örgüt tavrı” olarak değerlendirmeleri insani değerlerden ne kadar uzaklaştıklarının da açık bir göstergesiydi. Sorgu merkezlerinde bu insanlık dışı uygulamayı protesto etmenin en iyi yöntemlerinden biri de susma hakkının kullanılmasıdır. Benim de yapmaya çalıştığım buydu.

Tabii ki Amed şehrinde böylesi bir uygulamayla karşı karşıya kalmamın benim için daha başka özel bir anlamı da vardı. TKP/ML’nin kurucu önderi Kaypakkaya bu şehirde sorgulanıp katledilmişti. “Ser verip sır vermeyen komünist önder Kaypakkaya” temelinde işkenceyi teşhir eden farklı pratik faaliyetlerim olmuştu. İşkenceyi tümden önlemenin mümkün olmadığını biliyorduk. Ancak sokaklarda devletin bu pratiklerine karşı yürütülen etkin teşhir edici propagandaların olumlu sonuçlarını görüyorduk.

İşkenceye karşı mücadele eden bir devrimci olarak işkenceyle yüzleşiyordum. Hem de fikirlerini benimsediğim önder Kaypakkaya’nın insanlık onurunu savunma mücadelesinde yaşamını feda ettiği bir kentte.

Dolayısıyla hiçbir kişisel kaygıya kapılmadan onun açtığı yolda yürümek, olması gereken bir insani tutumdu. Ben de ona uygun davranmaya çalıştım.

Ama işkenceciler işkencede ortaya koyduğum bu iradeyi kırmak için başta ifade ettiğim işkence yöntemlerine yeni yöntemler eklemeye başladılar. Aç bırakmak, ki belli bir dönem sonra yemek yeme konusunda objektif olarak sorun yaşıyordum. İçtikleri sigaralardan arta kalan izmaritleri başta dudaklarım olmak üzere vücudumun farklı bölgelerinde söndürüyorlardı. Doğal olarak bu da yaraların oluşmasına yol açıyordu. Yuttuğum her lokmaya kanım karışıyordu. Ama onlar durmadan yeni yöntemler deniyordu. Örneğin zorla tuzlu su içiriyorlardı. Arkasından da suyu yasaklıyorlardı. Daha sonra ise alaylı bir tarzda “susadın mı” diye soru soruyorlardı. Tabii ki amaçlarını bildiğim için bu soruya yanıtım hep hayırdı. Oysa gözlerim göz bağıyla kapalı olduğu için, yaşam bir bütün olarak suya kilitleniyordu. Bekledikleri sonucu almayınca da işkencecilerin suç ortakları doktor kılıklı unsurların tavsiyelerine uygun olarak yudum yudum su vererek mevcut durumu normal bir hale getirmeye çalışıyorlardı.

Keza sorgu merkezinde dışarı çıkarıp, namluya mermi sürerek ölümle tehdit ediyorlardı. Yani ya konuşursun ya da seni öldüreceğiz diyorlardı ve elleriyle kalp atışlarımı kontrol ediyorlardı. Tabii ki bir panik oluşup oluşmadığını anlamak için yapıyorlardı. Yukarıda saydığım tüm fiziki saldırıların yanı sıra üzerimdeki giysileri dahi önemli oranda yırttılar. Yani üzerimdeki gömlek, ceket işkenceciler için yok edilmesi gereken birer düşmandı. Öyle sanıyorum ki bu az sayıda örnek benim yaşadığım o anki tabloyu anlamanız bakımında biraz da olsa size yardımcı olabilir.

Hiç kuşkusuz tarih sınıflar mücadelesi tarihidir. Sorgu merkezlerinde yaşanan da budur. Bir yanda devletin militarist güçleri ve işkence aletleri diğer yanda ezilen halkların neferleriydi. Herkes temsil ettiği ve bir parçası olduğu güç için çatışıyordu-çatışıyor. Dolayısıyla yaşananlar kişisel bir mesele değil, sınıfsal bir meseledir. Savunulan korunmaya çalışılan sahip olunan ezilenlerin haklı ve meşru mücadelesiydi.

İşkencecilerin tek amacı işkence yöntemleriyle yeni bilgiler elde edip geniş tutuklamalar yapmak değildir. Amaçlarından biri de sömürücü egemen sınıflara başkaldıran iradeleri kırmaktır. Zor yöntemiyle en yakın arkadaşlarına zarar verecek sonuçlar üretmektir. Bu bireyi hiçleştirme ve kendisine karşı olan güvenini yok etme eylemidir. Çünkü egemenler gördüğü gerçekleri görmedim, duyduğu gerçekleri duymadım diyen bir toplum istiyorlar.

Diyarbakır’da sorgulandığım bu merkezde gözaltına alınan yüzlerce insanı günlerce beton üzerinde yan yana oturtuyorlardı. Ve aynı zamanda aynı yerde yatırıyorlardı. Gözleri göz bağıyla bağlı olan bu insanların birbirleriyle konuşmaları da yasaktı. İşkence odaları gözaltındaki insanların kaldığı salonun yanı başında olduğu için işkence odasında yükselen çığlıklar gün boyu dinlenen bir “müzik” gibiydi. Bu tabii ki bilinçli olarak yapılan bir tercihti. Ve adı da psikolojik işkenceydi. Bana ne zaman sıra gelecek, ne yapıyorlar da bu insanlar bu kadar bağırıyor sorusunun, soruların yanıtı ancak her bireyin sorgu odasına alınmasıyla birlikte cevabını buluyordu.

Bu işkence merkezinde bir ay sorgulandıktan sonra, Diyarbakır’da bir başka gözaltı merkezine götürüldüm. Daha sonra ise mahkemeye çıkarıldım. Öncelikle sorgu merkezinde yapılanları anlatmaya çalıştım. Ama ifademi alan zatın bunları dinlemeye hiç niyeti yoktu. Onun tüm derdi “Niye ifade vermedin” sorusunun yanıtıydı. Ya da diğer bir ifadeyle işkenceci koçlarının boşa giden çabalarının üzüntüsünü yaşıyordu. “Bu bir örgüt tavrıdır” düşüncesi de kafasında netleşmişti ve doğal olarak tutuklandım. Ve aylar sonrası Diyarbakır’da Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde duruşmalara çıkmaya başladım. Ve belli bir dönem sonra mahkeme tarafında tahliye edildim. Ama salıverilmedim. Yani dışarıya çıkma yerine başka Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nin yetki alanlarında sorgulanmaya başlandım. Diğer bir anlatımla bir sıkıyönetim alanındaki mahkeme tahliye ediyordu, diğer ise tutukluyordu. Böylece beş ay daha Gaziantep, Elazığ ve Urfa şehirlerinde sorgulanmış oldum.

Bu sorgu merkezlerinde de benzeri tarzda işkence yöntemleriyle karşı karşıya kaldım. Neredeyse sorulan sorular, izlenen yöntemler benzer nitelikteydi. Dolayısıyla yeniden bir tekrara girmeyeceğim. Ama sonuçta hem Gaziantep hem de Elazığ ilini kapsayan Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri tarafında serbest bırakıldım. Lakin yine salıverilmedim. İlk tahliye olduğum Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, yeniden hakkımda tutuklama kararı çıkardı. İddialar esasta bir değişikliğe uğramamıştı. Ancak işkence zoruyla bu ifadelere benzer yeni ifadeler söz konusuydu. Bu ifadelere dayanılarak idam cezasına mahkum edildim. Aslında bu sonuç pek de şaşırtıcı değildi. Çünkü işkenceci katiller süreç içinde hep şunu söylediler “Seni ilk andan itibaren öldürmeliydik”, öldürmemekle hata yaptıklarını düşünenler, beni serbest bırakarak ikinci bir hata yapmaları düşünülemezdi.

Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi: “Ey şehit kahramanlar kavganız sürüyor!”

Unutmayın ki işkenceye karşı insanlık onurunu savunma mücadelesinde bedenimizde açılan yaralar iyileşir. İşkencenin tüm acıları unutulur ama teslimiyetin acısı asla unutulmaz. Bunu Diyarbakır 5 No.lu hapishanesinde değişik dönemlerde gördük, yaşadık. Şunu abartısız bir şekilde diyebilirim ki bu teslimiyetin yol açtığı lekeleri ölüm oruçlarında saldırılara karşı sergilemiş olduğumuz dişe diş direnişlerde akan kanlarımızla sildik. Bedeli çok ağır oldu.

Elbette ki sınıf savaşımında nasıl ki partiler yenilir, tek tek militanlar da bu zorlu yürüyüşün belli duraklarında yenilgiler alabilirler, gerileyebilirler. Partilerin yenilgisi hiçbir zaman haklı ve meşru olan mücadeleyi anlamsız kılmaz. Aynı durum bireylerin yenilgisi için de geçerlidir. Temel şiar yenilgiler üzerinde yeniden doğrulup harekete geçmek olursa mutlaka bulunur bir çıkış yolu. Diyarbakır hapishanesinde birçok devrimci militan bir kez daha pratikte bunu gösterdi. Ama asıl olan her koşulda emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin dayatmalarına karşı omuzlarımızda eğilmeyen bir baş taşımaktır. Zulme karşı eğilen bir baş, omuzlarda taşınan bir yüktür. Ne taşıyana ne de ezilen halkların haklı ve meşru mücadelesine bir faydası yoktur.

Cezaevleri de tıpkı yargı kurumları gibi, egemen sınıfların baskı araçlarından biridir. Dolayısıyla Türkiye’de her dönem mücadelenin gelişmesine bağlı olarak yeni cezaevleri inşa edilir. Ve inşa edilen cezaevleri de asla boş kalmaz. Çünkü tüm muhalif ve alternatif güçler bu mekanların potansiyel konukları arasındadır. Ve genelde yolları bu duraklardan geçiyor. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim, Türk egemen sınıflarının en iyi en istikrarlı yaptıkları iki şey vardır: Birincisi farklı sesleri zorbalıkla bastırmaya çalışmak. İkincisi, hırsızlık ve ahlaksızlık yöntemlerine çeşitlilik kazandırmak.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi gerçek manada bir esir kampıydı ve bu cezaevindeki tutsakların yüzde 95 Türk hakim sınıfları tarafından yok edilmeye çalışılan, yok sayılan milli zulüm altında inim inim inletilen Kürt ulusuna mensup yurtsever devrimci tutsaklardı. Dolayısıyla askeri kurallara uyma adı altında dayatılan politika bir Türkleştirme, ulusal demokratik değerlere yabancılaştırma politikasıydı.

Elbette ki 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra, Türkiye’de bütün askeri hapishanelerde dayatılan askeri kurallar-baskılar söz konusuydu. Ama Diyarbakır 5 Nolu askeri cezaevinde öncelikli olan soru Türk müsün Kürt müsün sorusuydu. Kürdüm yanıtı militarist odaklar için yanlış bir cevaptı. Yapılan işkencelerin sürdürülmesinin bir nedeniydi. “Her Türk asker doğar”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” ırkçı düşünüş tarzıyla eğitilen bu güçler, Türkiye coğrafyasında Kürtlerin, Ermenilerin ve başka halkların olmasını mümkün olmayan bir olgu olarak görüyorlardı. Türk dışında ifade edilen tüm ulusal kimlik söylemlerini hainlik olarak görüyorlardı. Bunun için de yapılan tüm baskılar inkar, imha ve asimilasyon politikaları üzerinde şekilleniyordu.

Hapishane koridorları, koğuşlar ırkçı sloganlarla, Mustafa Kemal’in resimleriyle süslenmişti. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türküm, doğruyum, çalışkanım”. Tüm bu ırkçı sloganların resimlerin yazımı ve yapımı için yapılan harcamalar, tutsakların aileleri tarafından yapılan sınırlı yardımlardan kesilen paralarla yapılıyordu. Bunun yanı sıra devrimci tutsaklara dayatılan ve zorla söyletilen onlarca ırkçı marş.

Tüm bunlar ağır işkence koşulları altında gerçekleştirildi. Lakin bunun bizim için ne bir mazereti ne de bir savunması olabilirdi-olamaz da.

Çünkü tüm bu pratikler kendi değerlerimizin inkarıydı. Baskı ve zorbalık karşısında can bedeli bir direnişe kilitlenme yerine küçük burjuva düşünüş tarzından beslenen, vaziyeti idare etmeye çalışan zaaflı duruşun ta kendisiydi. Tam da bir şairin dediği gibi “Düşmanın da dini imanı yoktu”, gayri insani uygulamaların ne saati ne de sınırı vardı.

Yine tutuklu sayısı yoğun olduğu için koğuşlar-hücreler tıka basa doluydu. Ben bu cezaevinde farklı koğuşlarda kaldım. Ama çoğunlukla hücreli koğuşta kaldım (Bloklar 35.36). Her koğuş dört katlıydı ve her katta on hücre vardı.

Abartısız bir şekilde şunu söyleyebilirim ki bu hapishanede gaz odaları dışında her türlü işkence yöntemi uygulandı.

İşkence araçlarına gelince: cop, kalas, zincir kullanma, soğuk suyun altında bırakma, falaka, meydan dayağı, kış günleri betonun üzerinde insanları soğuk suyun içinde yatırma, koğuş pencerelerini kapalı tutarak tutsakları havasız bırakmaktı. Açlık ise yılları kapsayan bir sorundu. Kimi zamanda buna susuz bırakma eylemi ekleniyordu. Psikolojik işkence, hakaret vb. saldırılar sıradan vakalar gibiydi. Bu feci koşullar altında onlarca devrimci birçok hastalığa yakalandı. Bunlar içinde en yaygın olanı tüberküloz hastalığıydı.

En ağır olanlar için özel bir koğuş açılmıştı. Bu koğuştaki tabloyu burada tanımlamam oldukça zor, başaracağımı da sanmıyorum. Hasta olmamama rağmen cezaevinde sorumlu olan işkenceci katil, Esat Oktay Yıldıran bir gün tek kaldığım hücreye gelerek “Senin için güzel bir yöntem buldum” diyerek gitti. Ben ise polis sorgusunda hapishanede karşılaştığım yöntemler dışında başka bir yöntem kaldı mı sorusuna yanıt ararken kendimi tüberküloz hastalarının kalmış olduğu koğuşta buldum.

Yargı kurumu, polis ve hapishane üçlüsü birlikte çalışıyordu. Bu sorun özgülünde hedeflenen ise şuydu: Tüberküloz hastası olmamı sağlamak ve böylece daha da bünyemi güçsüz kılarak hakkımda ileri sürülen iddiaları zorla kabul ettirmekti. Altı ay bu koğuşta bırakıldım. Bu süre içinde işkencecilerle birlikte çalışan kimi hapishane doktorları tarafından kontrol ediliyordum. Sonuçta hastalığa yakalanmadım ve onlar da beni yeniden hücrelere götürmek zorunda kaldılar.

Yine 1984 yılında devrimci tutsaklara karşı yeni bir saldırı dalgası başlatıldı. 1983 yılında yapmış olduğumuz ölüm orucu eylemiyle kazanmış olduğumuz tüm haklar geri alındı. Burada sözü edilen kazanımlar-haklar oldukça insani haklardı. Yani her türlü işkence yöntemine son verilmesi. Mahkemelerde devrimci tutsakların kendilerini savunmak için hazırlamış olduğu savunma belgelerine el konulmaması vb. vb.

Ama emperyalistlerin üniformalı “çocukları” insani olan, doğal olan bu hakların kullanılmasına da müsaade etmemeye çalışıyorlardı. Bu durum karşısında biz de insanlık onurunu korumak ve savunmak için yeniden ölüm orucu eylemine başlamak zorunda kaldık. Ama ölüm orucu eylemi içinde dahi rahat bırakılmadık.

Şöyle ki; ölüm orucunda olan bir grup arkadaşımla kaldığımız koğuşta şiddetli bir saldırıya uğradık. Bunun sonucunda vücudumuzun belli bölgelerinde hasarlar oluştu-yarılmalar oldu. Bundan dolayı hastaneye götürüldük. Yarılan-açılan bölgelere dikişler atıldı. Burada görülmesi gereken insanca bir yaşam için bedenini ölüme yatıran insanlara karşı gösterilen vahşi tutumdur.

Tüm bu saldırılar kişisel değildi siyasaldı. Hedeflenen devrimci tutsaklardı. Hiç kuşkusuz bu saldırılara karşı direnmek, insanlığın onurunu savunmaktı. Ve biz de bunu yapmaya çalıştık. Bundan dolayı 1983-1984 yıllarında Diyarbakır Cezaevi’nde iki defa ölüm orucu eylemine katıldım. Bizim için ölüm orucu bir tercih değildi, bir zorunluluktu. Biz de herkes gibi yaşamayı severiz. Bizim itiraz noktamız kölece, rezilce bir yaşamaydı. Bu hapishanede insanlık adına ne kadar iyi-güzel değerler varsa, hepsi birer birer yok ediliyordu. Bilindiği gibi insan dediğin toplumsal bir varlıktır ve dayanışma içinde bulunur. Ama burada hücreler arası sohbet yasaktı. Türkülerimizi mırıldamak yasaktı. Hapishane koridorlarında karşılaştığımız arkadaşlarımızla selamlaşmak yasaktı. Kitap okumak yasaktı. Dahası hiç kitap yoktu. Mahkemeye gidiş-gelişlerde ellerimiz arkada kelepçeliydi. Bir dönem kelepçeler arasında uzunca bir zincir geçirilerek tutsaklar birbirleriyle bağlantılı hale getirildi. Tutsakları götürüp getiren askeri cemseler tıklım tıklım olurdu. Nefes almakta zorluklar yaşanıyordu. Mahkeme salonunda cezaevinde olup bitenleri anlatmak yasaktı. Bu yasağı ihlal eden her davranışın karşılığı şiddetti. Kısacası rütbeli rütbesiz her askerin yaptığı her şey doğruydu. Buna itiraz etmek ise suçtu. Güncel bağlamda karşılaştırırsak her asker katil Erdoğan rolündeydi.

Bu hapishanede Kürt olmak, Ermeni veya Arap halkından olmak yasaktı. Herkes Türk olmalıydı. Anadilde konuşmak yasaktı. Herkes Türkçe konuşmak zorundaydı. Bu hapishanede yurtsever devrimci, sosyalist fikirlere sahip olmak suçtu. Herkes Atatürkçü olmak zorundaydı.

Bu hapishanede “Madde bir komutan haklıdır. Madde iki komutan haksız olsa da birinci madde geçerlidir” kuralı işliyordu. Yani hak-hukuk adalet adına hiçbir şey yoktu. İnsanlık onuru her saniye her dakika çarmıha geriliyordu. Diğer bir ifadeyle kan revan içindeydi. İnsanlık, kaybedilen insanlığını arıyordu. Ölüm orucu eylemleri bu arayışın somut bir ifadesiydi. Yirmili-otuzlu yaşlar arasındaki genç devrimciler insanlık onurunu savunmak için hayatlarını feda ettiler-sakat kaldılar. İnsanlık onurunu savunma mücadelesinde toprağa düşmek hem onurluca bir duruştur hem de haklı ve meşrudur. Başta da ifade ettiğim gibi ölüm orucu eylemleri bizim için bir tercih değil bir zorunluluktu. İnsanlık onurunu savunmak için bedensel olarak kendimizi feda etmemiz gerekiyordu. Çünkü başka bir seçeneğimiz yoktu.  Özellikle 1984 ölüm orucu eyleminden sonra çok ciddi sağlık sorunları yaşadım. Bunları belli ölçüde aşsam da hala izlerini taşıyorum.

Hiç şüphesiz Türk devletinin bu cezaevindeki esas amacı Kürt coğrafyasında yaşanan ulusal uyanışın öznesi olan bu güçlerin şahsında yeniden her şeyi toprağa gömmekti. Ve korku mikrobunu başta Kürt halkı olmak üzere tüm ilerici ve devrimci güçlerin yüreklerinin derinliklerine salmaktı. Çünkü tüm bu yapılanlara binlerce tutsağın aileleri, avukatları tanıklık ediyordu. Ve bu vahşetin sonuçları, süren ağır baskı koşullarına rağmen fısıltı şeklinde halk içinde yayıldıkça yayılıyordu. Yani her şey Türk hakim sınıfları ve işkenceci katillerin istediği gibi gidiyordu.

Ama tüm bunlara karşın tarihin baskılar direnmeye yol açar bilimsel yasası da adım adım işliyordu. Korkuyu korku olmaktan çıkarma düşünceleri giderek devrimci tutsaklar içinde olgunlaşıyordu ve nitekim ölüm oruçları başta olmak üzere direnişin farklı biçimleri birbirini izledi. Burada özet olarak bu insanlık dışı uygulamalara karşı mücadelede genç yaşlarda aramızdan ayrılan bu kahraman devrimcilerin bir isim listesini sunmak istiyorum.

Ölüm oruçlarında; Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek, Orhan Keskin, Cemal Arat ve Ali Erek.

Bu zulme karşı bedenlerini ateşe vererek karanlık ortamı aydınlatıp yol gösteren kahraman devrimciler ise; Mahmut Zengin, Eşref Anyık, Ferhat Kurtay ve Necmi Öner.

Yine başka protesto yöntemleriyle zulmün üstüne yürüyerek yaşamlarını feda eden kahraman devrimcileri ise; Mazlum Doğan, Yılmaz Demir ve Remzi Aytürk.

Ve bu cezaevinde işkenceyle katledilenler; Ali Sarıbal, Önder Demirok, Halit Atala, Abdurrahman Çeçen, Aziz Büyükertan, Cemal Kılıç, Mehmet Emin Akpınar, Aziz Özbay, Bedi Tan, İ. Halil Baturalp, İbiş Vural, Kenan Çiftçi, Seyfettin Sak, Selahattin Kurutur, M. Ali Eraslan ve Necmettin Büyükkaya.

Hastalıktan dolayı ölen devrimciler ki gereken tedavileri yapılsaydı bu ölümler engellenebilirdi: Medet Özbadem, Ramazan Yayan ve İsmet Karak.

Ve 5 Nolu Askeri Cezaevi’ndeki bu karanlığı canlarını feda ederek aydınlatan bu onurlu devrimciler için bugün şunları söyleyebilirim: Ey şehit kahramanlar kavganız sürüyor, sürecektir!

Tüm bunlar için de tanık isteyebilirsiniz. Ne yazık ki biz de bunu çok istedik. Ama Türk devleti bunun için hiçbir çaba içine girmedi. Ama bugün Türk devletinin başında bulunan katil Erdoğan oy kaygısından dolayı Diyarbakır’da halka dönük yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Geçmişte Diyarbakır hapishanesinde yapılanları biliyorsunuz değil mi? Ah! O duvarlar bir konuşsa”. Bu Türk ırkçısı siyasal İslamcı katil duvarların konuşmayacağını biliyor. Her zaman olduğu gibi gerçekleri karartmanın yolunu tercih ediyor. Evet, duvarlar konuşmaz, konuşmadı da. Ama duvarların içinde kalan devrimci tutsaklar konuştu. Tüm bu yapılan gayri insani uygulamalar için suç duyurusunda bulundular. Peki sonuç ne oldu? İşte sonuç: Tüm bu cinayetlerden, sakat bırakma eylemlerinden dolayı tek bir kişi dahi mahkum olmadı, olamazdı da. Çünkü uygulanan bir devlet politikasıydı yargılanması gereken de devletin kendisiydi.

Ben yakalandığım tarihten 1990 yılına kadar Diyarbakır 5 Nolu hapishanesinde kaldım. Daha sonra Malatya hapishanesine sürgün edildim. Bu hapishanede bir müddet kaldıktan sonrada Aydın hapishanesine sürgün edildim.

“Devrimcilerin işkencecilere hesap verme diye bir görevleri olamaz”

On iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra Eylül 1992 yılında şartlı olarak tahliye edildim. Tahliye edildikten sonraki süreçte ise yaşanan gelişmeleri elinizde bulunan “T.C. İstanbul 5. No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı” belgesinden belli yönleriyle mevcuttur.

Şöyle ki; tahliye olup köyüme gider gitmez devletin militarist güçleriyle yeniden yüzleştik. Yani beni kuşatma ve izleme projesi hazırdı. Bu demektir ki yapılacak olan her yol kontrolünde en iyi ihtimalle sözlü sataşmalarla karşı karşıya kalacaktım. Bu kuşatmayı belli yönleriyle boşa çıkarmak için belgede de ifade edildiği gibi sahte kimlikle dolaşmaya başladım.

Polis sorgusunda, elinizde bulunan DGM’nin 09.10.1997 tarihli kararında da belirtildiği gibi ifade vermedim. Bu tavrımın gerekçelerini daha önceki bölümlerinde ifade etmiştim. Yani işkenceyi protesto etmek için geliştirilen bir tutumdu. Bu tutumun haklı ve meşru olduğunda asla kuşku duymadım.

Devrimcilerin komünistlerin işkencecilere hesap verme, onları ikna etme diye bir görevleri olamaz. Benim tutumuma kaynaklık eden de bu anlayışın kendisidir.

Burada üzerinde durulması, protesto edilmesi gereken insanlık suçu olan işkencedir. Buna karşı tutum aldığımdan dolayı hiç kimsenin beni kınamaya ve bu tavrımdan dolayı cezalandırmaya hakkı yoktur. Bunu yapanlar tam da işkencecilerin suç ortaklarıdır. Türkiye coğrafyasındaki yargı kurumlarının suç ortaklığı bir defa değil, yüzlerce defa ispatlanmıştır. Ne yazık ki bu kafaların hazırlamış olduğu kimi belgeler, kararlar, deliller dosyanızda kendine yer bulmuştur.

Gözaltından sonra savcılığa çıkarıldım. Tutuklandıktan sonra Bayrampaşa hapishanesine gönderildim.

Daha sonra ise Sakarya, Gebze ve Tekirdağ hapishanelerinde kaldım. 2002 yılında daha önce girdiğim ölüm orucu eylemleri sonucunda oluşan Wernicke-Korsakow-Sendromu’ndan dolayı tahliye edildim.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Hiçbir devrimci militan sınıf düşmanlarından merhametli bir tutum beklememelidir ve yapılan-dayatılan gayri insani uygumalar karşısında da asla şaşırmamalıdır. Dahası haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı durmak, her türlü baskıya işkenceye karşı direnmek bir devrimcinin varlık gerekçesidir. Asıl problem olan egemenlerin zorbalığına boyun eğmektir. Direniş bayrağına leke sürmektir.

Burada bir kez daha şunu söylemek istiyorum: Bir karşılığının olacağını da düşünmüyorum. Böylesi bir beklentim de yok. Sayın Eyalet Yüksek Mahkemesi’nin üyeleri, sizler yüksek perdeden bizi “teröristlikle” suçlarken bir de kendi kendinize şu soruyu-soruları sormanızı talep ediyorum. Bu denli insanlık dışı uygulamalara maruz kalsaydınız, acaba siz ne yapardınız, ne yaparsınız? Yasal yollara başvururduk diyebilirsiniz. Biz de tam da onu yaptık. Yani adalet aradık. Ama yoktu. Bilakis adalet kurumu böylesi durumlarda bu işkenceci katilleri mahkum etmek için değil aklamak için çalışıyordu. Bunun onlarca örneği vardır.

Adalet yoksa onu aramak, onun için mücadele etmek bir görevdir. Devlet denilen zorbalık aygıtı bunu yasaklıyorsa ve bu yönlü girişimleri sonuçsuz bırakıyorsa, yasal yollar tıkanmış demektir. Bu durumda ya dayatılan kölelik ilişkisi kabul edilecek ya da buna karşı mücadele edilecektir. Birinci yol insanlık ailesine yapılan en büyük kötülüktür. İkinci yol ise haklı ve meşrudur. Ana sütü gibi hem hak hem de paktır. Bunu “teröristlikle” suçlamak kölelik ilişkisinin devamını savunmaktır. Bunu “teröristlikle” suçlamak, hapishanelerde bize uygulanan o vahşi tabloyu objektif olarak onaylamaktır. Ha, burada şaşılacak bir durum da yoktur. Bazı işkence aletlerinin üreticileri, ilk icraatçıları emperyalist devletlerdir. İşkenceyi kınama söylemleriyse en az varlıkları kadar gerçek olan bir yalandır.

Haziran 2018