Dış politikanın sefalet çağı ve Brunson krizi

Bilindiği üzere ABD’li rahip Andrew Craig Brunson, 12 Ekim günü İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmanın ardından ev hapsinden tahliye edilerek ve yurtdışı çıkış yasağı kaldırılarak serbest bırakıldı. Daha mahkeme başlamadan İzmir Çiğli’deki havaalanında hazır edilen uçağa bindirilerek de ülkesine gönderildi.

“FETÖ ve PKK ile bağlantılı olmak ve ajanlık” suçlamaları ile tutuklu bulunan ve 35 yıla kadar hapsi istenen rahip Brunson krizi,  AKP cephesinden bol gürültülü açıklamaların ardından pısırıkça “bağımsız yargı” söylemleri ile nihayete erdirildi.

Esas itibari ile bir kişinin tutsak edilmesi ve uluslararası diplomasinin sonucu olarak ülkesine gönderilmesi temelinde Brunson olayının özgül bir ağırlığı yoktur. Gel gelelim bu mesele bir yandan AKP’nin ve Erdoğan’ın, diğer yandan ABD iç politikasındaki durumu itibari ile Donald Trump’ın elinde çok fazla şeye temas eden ve temas ettiği her noktada AKP ve Erdoğan’ın siyasi ahvaline dair veriler sunan bir boyuta ulaşmıştır.

ABD-Türkiye krizi: Brunson paravan mı?

Brunson meselesi açısından ilk dikkat çekici başlık, süreci bugüne taşıyan aşamalarla ilgilidir. Zira Andrew Brunson, Aralık 2016’dan beri tutuklu vaziyettedir. Gel gelelim olayın bu denli boyutlanması, gündeme girmesi epeyi bir zaman sonra olmuştur. Süreç temelindeki bu sarkmanın gerekçeleri Brunson meselesinin özgün ağırlığından ziyade başkaca meselelerin paravanı olduğu izlenimini doğurmaktadır.

Şöyle ki, ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerin temel kırılma alanını Suriye’de süren savaş ve ABD’nin YPG ile kurduğu ilişki teşkil etmektedir. TC’nin bu sürecin ardından dış politikadaki salvoları sürecin kırılganlıklarını boyutlandırmıştır.

Bu temelde en dikkat çekici başlık TC-Rusya ilişkileri olmaktadır. Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alınması ABD cephesinden “NATO’ya ihanet” mealinde bir karşılık bulmuştur. Buna ek olarak TC-Rusya işbirliği ile Afrin’in işgali ve İdlib mutabakatı ile cihatçı çetelerin Rojava Kürdistan’a kaydırılması meselesi de Suriye özgülünde ABD ile kriz temelleri olarak sayılabilecek gelişmelerdir.

İran’a yönelik ambargonun delinmesi meselesinden doğan Hakan Atilla davası ve Halkbank krizi ABD açısından hala ABD-TC krizinin sürdürüleceğinin göstergeleri olarak da karşımızdadır. Ek olarak, Doğu Akdeniz’de süren doğalgaz çalışmaları karşısından Türkiye’nin provokatif tutumu ve ABD’li Exxon-Mobil şirketinin de bu çalışmalara dahiliyeti, ABD-Türkiye krizinin diğer bir görüngüsüdür.

Bu hali ile Brunson krizinin tüm bu eksene oturtularak ve bu eksen temelinde her iki ülke açısından da iç politika malzemesi yapılarak ele alındığı rahatça söylenebilir. Türkiye açısından Brunson, ekonomik krizi dış kaynaklı bir ekonomik saldırı gibi göstererek 16 yıldır devleti yönetenlerin sorumluluğunu ört pas etmek, dış politika sahasında atılan amatörce atılan adımların bedelini karşıtına havale etmek için kullanılırken, ABD açısından ise Trump’ın resmileşen seçim hileleri vb etmenler üzerinden yaşadığı meşruiyet krizine politika malzemesine dönüşmektedir.

Bu nedenle başkaca krizlerin vekaletiyle köpürtülen Brunson krizi, her iki ülke açısından da mahiyetinden fazlaca anlamlar yüklenmiş, işin ucu Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yönelik yaptırımlardan tutalım da İthalat ürünlerine yönelik ek vergilere ve son olarak geçen ay Amerikan Kongresi’nden çıkan “Başta Brunson olmak üzere, mahpus ABD konsolosluk görevlileri ve haklarında siyasi suçlama bulunan tüm Amerikan vatandaşları hapisten çıkmadan uluslararası kuruluşlarda Türkiye’ye kredi, hibe ve eğitim destekleri engellenecek” talimatına değin uzanmıştır.

AKP’nin siyasal karnesinde Brunson

Bu noktada dikkat çekçi olan ise, bu meselede AKP’nin ve Erdoğan’ın en başından itibaren sergilediği tavırdır. Zira Brunson krizine yönelik sergilenen tavır aynı zamanda 16 yıllık iktidarı ile birlikte AKP’nin “Yeni Türkiye” sinin de karikatürünü çizmektedir.

Bu karikatürde ilk dikkat çekici başlık Erdoğan’ın Brunson ve ekonomik kriz ilişkisi yönlü söylemleridir.  Bu noktada ziyadesi ile söz söyleyen, ekonomik savaşa karşı milli duruş çağrısı yapan Erdoğan’ın Amerika ziyareti sonrasında ise “krizin Brunson ile alakası yok” demesi ise sadece siyasal bir çarka değil, ülkenin ekonomik gidişatına yönelik bir geri adımdır aynı zamanda.

Zira, TC ekonomisinin dışa bağımlılık düzeyinin özellikle AKP’li yıllardaki yüksek büyüme dönemleri ile katlanarak artması, dağa taşa ve inşaata gömülen paralar ile balon gibi şişirilen ekonomi, gelinen aşamada yurtdışı kaynaklı fon girişlerinin daralması ile birlikte tepetaklak olmuş vaziyettedir. Bu minvalde ABD’den gelecek İthalat vergilerindeki artış kararı, geçtiğimiz yılın rakamları ile 18,7 Milyar dolarlık ticari hacmin kaybı gibi bir sonuç doğurması bile tek başına TC açısından yıkıcı etki üretecek düzeydedir.

Bunun böyle olacağını daha erken bir tarihte (2 Ağustos) AKP’ye yakınlığı ile bilinen MÜSİAD’ın ABD’li senatörlere gönderdiği mektuptan görmek de mümkündür. Mektupta geçen “İki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin hayati önem taşıdığı bugünlerde, taraflara karşılıklı ticari ilişkilerin önemini bir kez daha hatırlatır ve siyasi ilişkilerdeki gerilimlerin ticari iş birliklerini sekteye uğratmaması gerektiğini talep ederiz” ifadeleri, AKP’nin Brunson meselesindeki tornistanı açıkça özetlemektedir.

Diğer taraftan Brunson krizi ile birlikte yargının ve basının berbat hali de yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Bilindiği gibi Brunson davasında gizli tanıklar ifadelerini değiştirmiş, bir önceki celsede ajanlığından emin olduğu Brunson’u tanımadıklarını, yanlış anlaşıldıklarını ifade eder olmuşlardır.

Bizler açısından KCK davalarından da bilinen bir olgu olarak gizli tanıkların güncel yargı sisteminde kapladığı alan açıktır. KCK davalarından birisinde okuma yazması olmayan birisi, kendi haberi olmadan gizli tanık yazılmış, son süreçte HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın yargılandığı dosyada gizli tanık olarak geçen isimlerin ise aslında olmadıkları anlaşılmıştı.

Gelinen aşamada faşizmin hukuk normları adına var olan her şeyi rafa kaldırdığı, hukuk düzeninin “bu fakir bu görevde oldukça o papazı vermeyeceğiz” söyleminin “yargı kararı kendisi verir”e dönüşmeden karar dahi veremediği koşullara dönüşmesi, Brunson davasından da görüleceği şekilde “gizli tanık”  olgusunun nasıl bir yargı düzeninde kullanıldığını da göstermektedir.

Öte yandan Brunson meselesi, AKP’nin dış politikada ne denli iş bilmez adımlar attığını da gözler önüne sermektedir. Zira, Erdoğan sürece yaklaşım sergilerken ABD’nin ne boyutta bir ehemmiyet gösterdiğini de ölçememiş,  elindeki kozlarını da abartarak meseleye yaklaşmıştır. Bu da sürecin TC’nin aleyhine işlemesine vesile olmuştur.

Bu tablo, yıllardır ülke içerisine dış politika yapan siyasal iktidarı içinden çıkılması güç bir düzeyde köşeye sıkıştırmakta, açık ve aleni biçimde Trump’ın tehditkar tweetleri karşısında diz çöker hale getirmektedir.

Sonuç itibari ile Brunson, Trump’ın elinde kendini muktedir tutmak adına iyi bir enstrümandan fazlası değil, tıpkı Erdoğan’ın elinde ekonomik krizin günah keçisinden fazlası olamadığı gibi. Bize kalan bakiye ise tüm bu sarmalın ötesinde kokuşmuş bir yargı düzeni ile tek adam rejiminin dış politikadaki sefalet çağının tam hızla sürdüğü gerçeği.

Bu gerçek yaşadığımız coğrafyada faşizmin tüm ekonomik ve siyasal veçheleri ile birlikte nasıl bir yapıya dönüştüğünü de gözler önüne sermektedir. Güncel itibari ile AKP her efelendiği, kükrediği gündemde çark etmekte, her çözeceğiz dediği şeyde daha büyük sorunları üretmekte ve sürecin tüm ağırlığını ezilen milyonların sırtına yıkmaktadır.

Şu hali ile verili koşullarda sürdürülemezlik ve yönetilemezlik sistemin duvarlarında ve kaderlerinde ecel fermanı gibi yazılıdır. Bu gün bu ecel, emekçi sınıfların, ezilen ulus ve milliyetlerin son yumruğunu vurmasını bekliyor.